Pencerenin dibindeki koltuktan kalkıp ağır adımlarla, sızlana sızlana, daktilosunun başına oturdu. Yaşlılıktan olsa gerek şu kısacık mesafeyi yürürken nefes nefese kalmıştı. Evin içinde olsa bile yürümek adamakıllı canını acıtıyordu. Öte yandan gözleri de eskisi kadar iyi görmüyor, kolları ve bacakları eskisi gibi sağlam tutmuyordu. Bütün bunlara bir de her sabah uyanırken çektiği kemik ağrıları da eklenince hayatın artık pek de yaşanılabilir bir yanı kalmadığını düşünüyordu. Yine de bedenindeki yıpranmışlıklara karşın zihni henüz gençliğindeki gibi berrak ve sağlamdı. Lise zamanlarında başladığı yazın hayatına bu yaşında, bu durumda bile devam ediyordu. ‘’Kayda değer birkaç cümle yazmak yetmişindeki bir insana yedisindeki bir çocuğun sevincini ve yaşama sebebini verir’’ diye yazmıştı bir anekdotunda. Şimdi de uzun zamandır hayalini süsleyen bir manzarayı harflerle resmedecek olmanın heyecanıyla daktilonun başına oturmuş, bir yandan sızlayan dizlerini ovuyor bir yandan da düşünüyordu.


Aklına birkaç satır geldi, yazdı ve hızlıca kâğıdı buruşturup fırlattı. Manen rahattı ancak madden bir şeyler onu huzursuz ediyordu. Masanın üzerinde gezdirdi gözlerini. Unutkanlığı tutmuştu. Huyudur; yazmaya başlamadan hemen önce masanın üzerini boşaltır, dış dünyadaki herhangi bir nesnenin zihnindeki tasarıya kalabalık etmesine izin vermezdi. Sızlanarak masanın üzerini boşalttı. Bu andan itibaren masanın üzerinde yalnızca daktilo, kâğıt ve bir adet saksı çiçeği kaldı. Saksıdaki bu çiçekle haftalardır cebelleşiyordu. Her gün saatini saniye bile aksatmadan sulamasına rağmen saksıdaki çiçeği solmaktan bir türlü kurtaramıyordu. Ne yaptıysa da bir türlü sararıp başı öne düşen bu çiçeği tekrar canlandırıp yeşertemiyordu. Geçen gün sorunun musluk suyunda olduğunu düşünüp hazır su almaya niyetlenmişti. Nitekim bunu yaparken mahallenin en uzak marketine bir başına yürümek zorunda kalmış, bu yolculuk esnasında da defalarca trafik kazasının eşiğine gelmişti. Hazır su da işe yaramamıştı. Masadaki çiçek solgun görüntüsünden vazgeçmiyordu. Daha başka ne yapılabilir? Diye düşündü. Tek çaresi her zamanki gibi onu sulamaktı, elinden başkaca bir şey de gelmiyordu.


Bir bardak su almak için oturduğu sandalyeden kalkıp mutfağa gitmeyi denedi ancak ayaklandığı gibi ağır ve hantal bedeni onu tekrar aşağı çekti. Bu hareketi ikinci kez deneme zahmetine girmeden ince bir ses tonuyla eşinden su istedi. Ancak suyu getiren olmadı. Duymamıştır herhalde, diye düşünerek ilk denemesine nazaran daha yüksek bir ses tonuyla isteğini tekrarladı. Yine kimse su getirmedi. Bir daha ve bir daha denedi. Her denemesinde sesinin tonunu biraz daha yukarı çıkarmasına rağmen sonuç değişmedi. Kimse su getirmedi. Sonunda bu isteğinde diretmenin anlamsız olduğunu düşünerek pes etti. Zorlanarak da olsa daktilonun başından kalktı, ağır adımlarla, mobilyalara tutunarak ağrı ve sızısını hiçe sayıp salon duvarının dibine kadar geldi. Eşiyle gençlik zamanlarında çekinip altın sarısı çerçevede duvara astıkları fotoğrafı indirip defalarca öptü ve titrek bir ses tonuyla ‘‘Sonunda sorunu anladım.’’ dedi ve dolmuş gözleriyle sözüne devam etti:


‘‘Galiba saksıdaki çiçek solmamak için yalnızca senin getireceğin suyu bekliyor.’’


Elindeki fotoğrafı bir kez daha öptü ve düzgün bir şekilde tekrar duvara astı. Ardından tekrar pencere dibindeki koltuğuna geçip hayalini kurduğu manzarayı düşlemeye başladı. Hayalindeki manzara, saksıdaki çiçeğin tıpkı üç hafta önce bugün, yani eşinin hayatta olduğu son gündeki gibi taze ve canlı bir şekilde masanın köşesinde duruşuydu.