Bu hikaye İstanbul depreminde öleceklere adanmıştır.

***


Tavanda sallanan floresan.


Yanaşan her vapurun dalgasıyla sallanan iskele.


Kahve satan bir dükkân.


Nerede miydi? Karaköy’deki vapur iskelesinde.


Çantasından çıkardığı çay bardağını masaya yerleştirdi. Karton bardaktaki çayı özenle cam bardağa boşalttı. Haftada iki gün bu kafede zaman geçirmek istiyordu.


Buraya müdavim olmaya başladıktan sonra hayat daha çekilebilir olmuştu İstanbul’da.


Kendisini akıllı görüyordu. Bir nevi kendi Japon İmparatorluğu’nu kurmuştu bulduğu bu çözümle.


Depremle yaşamaya alışıyordu. Camdan dışarı ise asla bakmıyordu. Sırtı denize dönük olarak oturur, kendisini bir beton yapıda gibi hayal ederdi.


Önündeki cam bardak içerisine boşalttığı çay; kendisine imaj bile kazandırıyordu kafe çalışanları nezdinde. Her Salı ve Cuma akşamı gelir, aynı masaya oturur ve asla karton bardaktan içmezdi.


‘Aman Allah’ım işte başlıyoruz! Beton duvarların altında kalma tehlikesi yaşamadan sallanmak ne müthiş bir his böyle’.


Kadıköy vapuru çıkardığı dalgalarla iskeleyi fena sallamıştı. Bardaktaki çayın hareketine göre puanlıyordu bu sarsıntıları. En az 4.6’ydı bu. Çay taşmıştı çünkü.


Beklenen İstanbul depremi ise 7,2 ila 7,6 arasındaydı.


Sonra telefonundaki sismograf uygulamasına baktı. Göstergeyle 0,2 puan fark vardı tahmini arasında.


Bu tahminleri; bir anda depreme yakalanırsa bir faydası dokunur, paniğini azaltır umuduyla yapıyordu. Taşan kısım kadar tekrar doldurdu bardağına. Beklenen İstanbul depremi 7,2 ila 7,6 arasındaydı.


Bir keresinde kitaplıktaki raflardan bir kitap yere düşmüştü. O zaman fırtına da vardı gerçi.


‘İşte İsmet böyle. Ne kadar sallanırsan sallan önce sakin olmalısın. Sonra da yatağının baş ucuna eller başında şekilde kapanmalısın’. İçinden kaçıncı defadır aynı telkinleri tekrarlıyordu kendisine.


Kolay değil! Beklenen İstanbul depremi 7,2 ila 7,6 arasındaydı.


‘Olmuyor ki! Her şeyden önce uyurken yakalıyor deprem. Bu başlı başına fecaat. Kafamı koysam şu masaya, bir de öyle mi denesem?


Uykudan sallanarak uyanmaz insan. Sallanarak uykuya dalar en fazla. O da bebeklik çağlarında.


Sallanmak. Nasıl bir kelime bu.


Salla, salla yer yerinden oynasın. Böyle bir şarkı vardı.


Sallanma derdi babam. Acele et diye kızardı.


Nasıl acele edeceğim ya? Nasıl kurtaracağım kendimi bu şehirden.


Sonra bir evreka yaşadı. Buldum!



Kısık sesle ‘titreşim’, dedi kendi kendine.


Burada sallantı var ama titreşim yok. Bu yüzden korkutmuyor burası beni. Ama evde yakalandığım depremlerdeki o titreşim, o zangır zangır titreme.


O halde beni sallarken titretecek bir yer bulmam lazım.


Durdu. İnsanı otururken durduran bir şaşkınlık yaşadı. Ne aradığına tekrar dikkat kesildi. Ne demişti az önce kendi kendine öyle? Beni sallarken titretecek bir yer bulmalıyım.


Bu muydu çare? Bu arayışlar, kendince depreme hazırlık oyunları, sismograf tahminleri mi kurtaracaktı kendisini.


Ya sallarken titretecek bir yer bulmalıydı bir an önce


Ya da her şeyi sallayıp gitmeliydi.


İkisini de yapamayacaktı biliyordu. Beklenen İstanbul depremi 7,2 ila 7,6 arasındaydı.


İstanbul bir canavar şehirdi. Çaresi yok o da yutacaktı. Üstüne de o çok sevdiği Boğaz’ın serin suyu.