sokakta çekmeceler açık kalmış, içinde birkaç kıyafet. bu dolap atılacak. bazı yırtık ve lekeli yataklar çöpün kenarına doksan derecelik açılarla bırakılacak ve matematik üzerine biraz düşüneceğim o an. hava buz gibi, parmaklarımla çarpım tablosunu sayamayacağım. yatağıma dört elle sarılamayacağım çünkü çok çok büyük ve kenarlarından kesici yaylar fırlamış, bana bakıyor. tepeme dikilmiş, büyük ihtimalle kepeklerimi sayıyor? ona parmak ucumla dokunasım geliyor ama şu an kanamayı hiç istemiyorum. üzgünüm, yatak.

yine de bir zamanlar benimle beraber olduğun için sana merhamet duyuyorum. çöp bir merhamet. çöp bir yatak.

gidiyoruz.

birkaç farklı olasılık var. ilki,

benim hiç olmadığım. 

ikincisi, babamın hiç olmadığı.

ve üçüncüsü, kedilerimizin olmadığı.

ama. diğer türlüsü yok. hep ilk seçenek cazip geliyor. diğer ikisi olsa da olmasa da, benim devam ediyor olmam, bitmek bilmeyen bir ağustos gibi hissettiriyor. 

buharlı bir girdap, üflesen de geçmiyor üzerinden. bir hata. 

çoktan affettiğim şeyleri geride bırakışımı seyrediyorum. bambaşka bir eve giderken ve hatta bir mevsime, artık hiçbir heyecan bile duyamıyorum. montumu çıkarabilecek kadar rahatlayamıyorum, bazı şeyleri sıkı sıkı tutuyorum. ellerim terleyene ve çığlık atana dek, kendimi sıkıyorum. 

yine de gidebildiğim için mutluluk duyuyorum. yaşayabileceğimi düşünemediğim bir yeri terk etmek, hem de topluca, kedilerce, birileri beni duyuyor. içten içe solup gittiğimi fark ediyor, doğa. belki de, bazı şeyler gerçek. acılar, doğanın acıları. yaprakların şeffaflığı ve bazı kokular. benzeşmelerin titreşimleri, belki de her şeyden gerçek. benim. görebiliyorum.

uzun cam boyumla denkken, iğrenç ağustosun esintisi ilk defa beni iyileştirirken, gerçek doğa buydu ve ben onunla neredeyse kucaklaştım. iyileşmenin kokusunu unutmuyorum.

ve sonraları,

gördüğüm şey venüs'tü. camın kenarındaki dolaba yansıyan hayatı anımsıyorum. uyandığımda gördüğüm mavi göğü ve sarı dolunayı, yaşamayı, gizlice. 

kalbimi katlayıp suskunlaşmayı ve sebepsizce gülümsemeye başlamayı, gizlice.

ve oraya geri döndüm, dev kaplumbağaların bahçelerine.

dalaman'ın antik ormanlarının kıyısındaydık. çantamdaki kaplumbağayı çıkartıp ona hediye ettim. bunu görünce şaşırdı ve gözlerimin içine öyle bir baktı ki, her gece dinlediğim o şarkıyı yaşadığımı sandım. 

-bunun yanında benimki hiçbir şey.

bir şeyler daha mırıldandı, anlayamadım. utandı ama kaplumbağayı çoktan kucaklamış ve sevmeye başlamıştı.

bir insan dev bir kaplumbağayı bile sevebiliyorsa her şeyi sevebilirdi sanırım.

-ama çantamın ön gözünde ufak bir şey var, belki kabul edersin. senin dev hediyenden sonra benim hediyem utanç verici kaldı.

heyecanlandım. çantanın ön gözünü açtım ve usulca elimi daldırdım, elime gelen kitabı aldım.

kitap değil, sözlükmüş.

almanca - türkçe sözlük.

-dil öğrenmek istediğini söylemiştin.


akşam vakti, meteor yağmurları. hava sımsıcak hâlâ. gölde kurbağalar hareketlendi bile. yıldızlar buradan çok daha yakın, baş döndürücü doğa. ağustosun kokusu farklı burada, yaşam var. otların ucu kurumaya yüz tutmuş, yine de nefis kokuyor ölüleri. böyle yanabilmeyi kim istemez ki, elimdeki yara izine baktım ve kokladım. sadece hiçbir şey kokuyordu. kalkıp onun yanına gittim, yalnız hissetmeye başlamıştım.

terliklerini gölde yıkayıp giydi, kurbağalar şaşkınca onu seyrediyordu. 

-meteor yağdı mı hiç?

-benim üzerime değil.

her çeşit otun dahil olduğu bir karışımı ellerimize alıp oturduk, bir ağaç ufalanmış ve devrilmişti, kabuğu bir kayık gibiydi. o kadar kuruydu ki, parmaklarımla onu iyice hissetmek istedim. çocukken sürekli tırnaklarımı arasına geçirdiğim battaniyem aklıma gelince duraksadım. 

-bazı alışkanların asla yok olmaması korkunç değil mi?

dudağının kenarı kıvrıldı, düşünceleri, gölün yüzeyi gibi hareketleniyordu ama hafifçe, aramızda süregelen anın içinde tenine sinen sıcağı dahi hissedebiliyordum. bir başkasına sinen her şey beni tuhaf hissettiriyordu, özellikle mevsimlerin tam da içindeyken, sanırım yavaş yavaş yaz insanı olmaya başlıyordum. acı ve komik. 

-eğer faydalı bir şeyse yok olmaması güzel. alışkanlıkların da gelişebildiğine inanıyorum. 

düşünüyorum da, bunları değil de başka bir şeyleri konuşsaydık nasıl olurdu? düşünüyorum ama yine, bizi burada buluyorum. gerçekleşmesini istediğim şey bunlar, böyle bir an. elime önceden bir şans geçmiş olmasına rağmen,

düşünüyorum. itiraf edemediğim hislerimin ağırlığını ve ilk kez bu denli yakıcı bir sıcakla karşılaşıp merdivenlere yığılışımı anımsıyorum.

sonra o şarkı. yine. yine geliyor. ağzım örümcek ağı. 

böyle bir anda sevebilmek. böyle bir mevsimde, hayal edemediğim bir şehirde, herkesten gizlenirken yakalanmak.

baharın ortasında çocukların uçurtmalarına bakıp ağlarken ama bir yandan da mutlu, dudağımdan fırlayan uçuk gibi deli dolu. işte, gelişini böyle sezdim. dudağımdaki uçukla, her akşam görüp tanımadığım akşam yıldızıyla, kâbus dolu gecede çıkan sarı dolunayla. ve bul beni, mırıltılarıyla.

bu sebeple kıyıdan döndüm, yine ölemedim.

kucağımdaki dev kaplumbağanın sıcaklığıyla yaşamaya geldim.

-bir yaz sabahı çadırdan çıkınca kar yağdığını gören çocuğu hatırlıyor musun?

ben, saklayamıyorum. 

kalbim kitapların uçları gibi kıvrılıyor, yıllar. içimde. bizim sokaklar. doğumlar, birlikte, karlı kayın ormanlarında. seninle tutuşmak var, el ele ya da herhangi bir şekilde. küçük dükkanın üst katında iki büklüm oturup bu ülke ne olacak, yakınmaları var. o klişeler, yağmurda koşuşturmak ve ıslanmanın sarhoşluğu, bulanık ve yamuk fotoğraflar, tam birbirimizi düşünürken rastlaşmak var. 

zamanla. zamanla durgunlaşacağız. anıların gölgesinde. 

kaplumbağalar uyudu, çadırın penceresi ağaçlarla beraber titreşmeyi bıraktı. şimdi sadece ateş böcekleri ve biz.

–biz de bir gün klişe olacağız. bu kimsesizlik sıradanlaşacak. o şarkılar gibi olacağız, herkesin gizli gizli dinlediği ama sürekli bıktığını dile getirdiği o tınılar yok mu, evet, en azından güzel ve klişe şarkılardan biri olacağız. 

bu düşüncelerin beni nasıl mutlu ettiğini bilmeni isterdim, şampanya süpernovasında*

ve soloların sonu.

mektupları düzgünce katlamayı ve mühürleyebilmeyi hiçbir zaman beceremeyeceğim sanırım?