Sanat Dünyası'nda sıradan bir gündü. Her gece olduğu gibi karanlıklar altında bir şeyler yazmaya çalışan; şarkılar, resimler, tiyatrolar üretmeye çalışan milyonlarca insan uğraşırken ölüler de kütüphanelerde kabir azabı çekiyordu. Bir yayınevinin sahibi ve editörü ise aceleyle kendileri ile çalışan iki yazarı da arabasına almış gidiyorlardı. Ön koltukta oturan yayınevi sahibi ve editör hiç konuşmazken arkada oturan yazarlar konuştukça onları duymamak ister gibi müziğin sesini yükseltiyorlardı. Arkada oturan yazarlar da nereye gittiklerini sorgulamadan aralarında sohbet ediyordu. İkisi de yakın zamanda yeni kitaplarını yayınevine göndermişti. Bu yüzden kitaplarının başarısıyla ilgili bir şey olduğunu düşünerek oldukça rahatlardı. Yazmaktan konuşmaya hasret kalmış gibi hiç susmadan konuşuyorlardı. Yazarların isimleri Burhan ve Emre’ydi. Her ikisinin de birbirine benzer özellikleri vardı. İkisi de uzun veya kısa sayılmayacak orta boylardaydı. Her ikisinde de yüzünü kaplayan kirli sakal ve dökülmüş saçları vardı. Emre, geriye kalan saçlarıyla mutluyken Burhan, geriye kalan saçlarını uzatarak açılan boşlukları kapatmaya çalışmıştı. Her ikisi de dışarıdan bakıldığında sakin tiplerdi ama Burhan sakinliğini yavaş hareket etmesine borçluydu. Emre ise ruhsal sakinliğini bedenine de yansıtmış birisiydi. Emre saçları için bir uğraş vermese de gecenin o vaktinde bile nasıl şık bir insan olunabilir, sorusunun cevabı niteliğinde şık giyinmişti. Ütü izlerinin bıçak gibi keskin duruşları, Emre’nin bakışlarının bir eşi gibiydi. Siyah gömleği ve pantolonu ise onun yazdığı eserlerindeki karanlık dünyasını yansıtır nitelikteydi. Beyaz spor ayakkabısı ise gülümsemesinin yansıması gibi tertemiz ve aydınlıktı. Hiç kimsede gözü olmadan, kimsenin kötülüğünü düşünmeden, karşısındaki her insana iyilikle yaklaşan bir insandı. İçinde biriken kara kurumları ise eserlerine dökerek bunlardan kendini arındırırdı. Gecenin karanlığında kaybolmak istercesine siyah giyinmesi ise yine içinde biriken kara kurumlardandı. Editör, ikisini de arabaya almasaydı belki de sabah daha renkli kıyafetler giyecekti. Renkli kişiliğini ve eğlencesini ancak onunla samimi olan insanlar görebilirdi. Samimi olmak da zor değildi. Tanıştığı bir insanı dakikalar içerisinde çözerek doğru mu yoksa yanlış mı biri olduğuna karar verirdi. Doğru insan olarak tanımladığı kişilerle de samimi olması sadece birkaç dakikayı alırdı. Direkt olarak “Kardeşim” diye hitap edilebilecek bir duruşu vardı.


Burhan ise gözlerinin üzerine dökülmüş dağınık ve özensiz saçlarını düşünmekten giyimini düşünmeye fırsat bulamamış olmalı ki beyazlığını toz ve çamur lekelerinden yitirmiş ayakkabısı, klasik kot pantolonu ve bir tişörtün ütülenmesi gerektiğini düşündüren tişörtüyle oturuyordu. Sokaktan geçerken tanımayan birisi tarafından görüldüğünde hayattan bezmiş ama ufak da bir umudu var gibi bir tipi olan Burhan, tanıyanlar için görüntüsünden farklı biriydi. Konuşmayı çok seven ancak ağzının içinden, anlaşılması zor bir şekilde, konuşurken karşısındaki insanı ağzının içine odaklanmasını sağlardı. Böylece insanları çok konuşan bir insanı dinlemek zorunda bırakırdı. Yorgun, umutsuz görüntüsünün altında içinde sürekli yaramazlık yaparak sırıtan bir çocuk vardı. Emre gibi, insanları doğru olarak gördüğünde kolayca samimiyet kurardı. Samimiyet kurmasının yanında karşısındaki insanı fazlasıyla benimseyen ve kendinden bir parçaymış gibi hisseden bir kişilikti. Bu yüzden de vazgeçmek, Burhan için en zor şeylerden birisiydi. Vazgeçmek zorunda olduklarının, vazgeçilmiş olmanın ve vazgeçmesi gerektiği şeylerin arasına sıkışıp kalması da dış görünüşüne karışık bir şekilde yansımıştı.


Burhan, ben kitaplarınızın tamamını okumadım ama çok beğeniyorum, umarım hepsini okuma fırsatım olur, sizinle bir araba içinde tanışmamız da ayrıca tuhaf ve güzel oldu, diyordu. Emre ise bu övgülere cevaben teşekkür ettikten sonra ben de sizin öykülerinizin tamamını okumadım ama çok beğendim, diyordu. Bu cümleler ikisi için de samimi gelmişti. Bu yüzden de her ikisi de birbirleri için “doğru insan” tanımını yaparak hâl hatır muhabbetinden sonra birkaç dakika içerisinde fazlasıyla samimi olmuşlardı. Öyle samimilerdi ki gülmeden önce omuzlarına yumuşak bir yumruk bile dokunduruyorlardı. Burhan, samimi bir dost bulmanın neşesiyle ağzının içinden konuşmayı kesmiş, yüksek sesle ve heyecanla konuşuyordu. Emre ise duruşunu bozmadan alçak ses tonunun biraz üzerine çıkmış bir şekilde konuşurken utanıyor olsa da sonrasında o da Burhan gibi ses tonunu yükseltmişti. Ses tonlarının yükselmesiyle samimi ortamın gerçekten karşılıklı olarak kurulduğuna ikisi de inanmıştı. Tüm bunlar kısa sürede gerçekleşirken birçok konunun da üzerinden geçmişlerdi. Son olarak Şiir Süper Ligi’nde yaşanan hakem hatalarına kadar konuşmuşlardı. Emre, “Hakem hatalarını minimuma indirmek için maç esnasında itiraz olursa hakem, tekrar şiiri dinleyecekmiş. Böyle bir sistem geleceğini söylüyorlar.” dedikten sonra Burhan, “Aslında iyi olur ama onda bile hile yaparlar diye düşünüyorum. Geçen hafta adam, nefes alırken “mı” gibi bir ses çıkardı ve hakem, hece kartı gösterdi. Adam nefes almasın mı?” derken Emre de başını sallayarak Burhan’ı onaylamıştı.


Konuşmalar devam ederken bir anda nereye gittiklerini merak ettiler. Emre, bu saatte nereye gidiyoruz acaba diye düşünürken yüzünde de bir endişe olduğu belli oluyordu. Konuşacak pek bir şey bulamamaya başladıklarında bu endişe kendisini göstermeye başlamıştı. Burhan, “Korkma dostum, gittiğimiz yer, her neresi olursa olsun bize yeni şeyler katacaktır. Büyük düşünürün acılara yürürken korkmayacağımızı söylediğini hatırlıyor musun? O yüzden acı da olsa korkma, ben çok rahatım.” derken gülümsüyordu. O sırada araba hastanenin önünde durdu ve arabayı kullanan editör, “Evet beyler, inelim.” dedi. Hastane, vaktin gece olmasından dolayı oldukça sakindi. Hastaneler gündüz de olsa fazla yoğun olmayan yerlerdi. Hastanenin temizlik görevlisi, muayene odalarından çıkan eserleri özenle topladıktan sonra eserlere göz gezdirerek vakit geçiriyordu. Hasta bakıcılar, seçilmiş eserleri hastalara sunuyordu. Hemşireler de sunulan eserlerden seçilenleri hastalara okuyarak, dinleterek veya izleterek tedavilerini yani sanatlarını uyguluyorlardı. Gelen hastaların kaydını yapmak için girişte oturan sekreter ise gelen hastalardan aldığı bilgilerle betimlemeler yapardı. Ben de Burhan ve Emre’nin tasvirini yaparken kayıt dosyasından aldığım bilgiler doğrultusunda yaptım. Doktor ise bir yandan yeni eserler üretirken diğer yandan da yeni ve daha kaliteli tedaviler için BuBi’ Sanat isimli sitede eserleri inceliyordu.


Burhan ve Emre de şaşkın bir şekilde birbirlerine bakarak arabadan inerken Burhan, “Ahmet, bir süredir yazamadığı için burada yatıyordu. Ona moral olsun diye geldik galiba. Ahmet’in ortak arkadaşımız olduğunu biliyor olmalılar.” dedi. Emre’nin yüzünü bir hüzün kapladı. Editör ve yayınevi sahibinin arkasından ilerlerken Burhan’a dönerek “Sanırım durum, zannettiğimizden daha vahim.” derken Burhan heyecanla “Nasıl yani? Yoksa Ahmet şiir yazmayı mı denedi?” diyerek elini ağzına götürdü. Ahmet’in yıllar öncesinde şiir yazdıktan sonra kalem krizi geçirerek bir süre kalem tutamayan halini hatırladılar. Emre, hem Ahmet’in o halinin gözünün önüne gelmesiyle hem de durumun kendilerinden kaynaklı olduğunu düşünmesiyle daha şiddetli bir hüzünle “Sanırım sorun Ahmet değil, biziz.” dedi. Burhan, “Biz Ahmet’e yazmamasını söyle…” derken editör, “Bu iki arkadaşımız kaza yaptı. Birbirlerine çarptılar. Acil olduğunu düşünerek geldik. Ben okumaya devam edemedim. Kayıtlarını alır mısınız?” derken ikisi de sorunu anlamıştı.


Doktor, hızlıca gelerek yeniden hastaların durumunu sorarken Burhan ve Emre orada bulunan sandalyelere hiç konuşmadan oturdular. Yayınevinin sahibi de başlarında sessizce ve düşünceli bir hâlde bekliyordu. Editör, doktora dönerek “Hocam, arkadaşların kitaplarını incelerken fark ettim. Her ikisi de özgürlük üzerine bir şeyler yazmaya çalışırken neredeyse aynı sayılabilecek hikâyeler üretmişler ve yine benzer sığ kelimeler kullanmışlar. Ben de kazayı görür görmez getirmek istedim ama biraz geç görmüş olabilirim.” dedi. Doktor düşünceli bir şekilde “Erkenden konuşmak istemem ama geç kalınmış olabilir. Acilen bir test yapmamız gerekiyor.” dedikten sonra Burhan ve Emre’ye dönerek “Arkadaşlar sizlere acilen test yapmamız gerekiyor. Duruma göre müdahale edeceğiz. Karanlık odalardan 4 ve 5 numaralı odalara geçiniz. Beş dakika içerisinde kendinizi ve şehrinizi birkaç cümle ile anlatınız.” dedi. Burhan ve Emre, editörün, doktorun ve yayınevi sahibinin suratlarındaki umutsuz ve üzgün ifadelerin arasından hiç konuşmadan odaya girdiler. Editör beklerken heyecanlandı. Yayınevi sahibi ise hiç umudu kalmamış şekilde dışarıya çıkarak bir şiir yaktı ve gelecek planlarını düşünmeye başladı. Beş dakika dolduktan sonra doktor hızlıca odalardan gelen yazıları seslice okumaya başladı.


“Benim ismim Burhan. … Galiba bundan sonra yazamayacağım. Umudum bu odaya girdikten sonra kalmadı. Tüm bunların oluşmasına varoluşsal sancılar çekmem sebep oldu. Şehir, her zaman gri bu yüzden şehir hakkında söyleyeceğim şey, 'gri' kelimesinden öteye gidemez.”


“Emre, özgürlüğü sorgularken varoluşsal sorunlar yaşadığını fark eden birisidir. Emre, boyası akmış ve yine özüne yani griye dönmüş bu şehrin küçük belki de hiç olmayan bir parçasıdır.”


Doktor, kafasını yere eğerek “Arkadaşlar durum çok kritik. Hâlâ birbirlerine çarpıyorlar ve zarar büyüyor. Öncelikli olarak Burhan’a müdahale edilmesi gerekiyor ama o sırada Emre’yi de kaybetme riski var. İkisine de aynı anda kendilerini tekrardan tanımlamak için kendi eserlerinden okumalıyız. Bu son derece yüksek bir tedavi yöntemi olduğu için Emre’de farklı sonuçlar verebilir. Olduğundan fazlasını yapabilir ancak bu durumu kaldırabilmesi önemli. Kaldıramazsa kaybederiz. Burhan için ise sadece son bir şans diyebiliriz. Kararınız nedir, beyler?” dedi. Burhan ve Emre hiç tereddüt etmeden tedavi olmak istediklerini aynı anda “Yaşamak istiyoruz.” diyerek belirttiler. Sonrasında her ikisi de acilen ameliyathaneye alındılar.


Editör, ameliyathanenin kapısında heyecanla ve dualar ederek beklerken patronu da dışarıda şiirin dumanında kaybolmaya devam ediyordu. Bir yandan da yeni yazarlar için telefon görüşmesine bile başlamıştı. Yaklaşık bir saat sonra Burhan ve hemşirelerden birisi içeriden üzgün bir halde çıktı. Editör de durumu anlamıştı ama o son umuduyla hemşirenin gözlerinin içine baktı. Hemşire, “Maalesef, kaybettik.” dediği anda editörle Burhan sıkıca sarıldılar. Burhan ağlarken artık yazamayacağım diye bağırıyordu. Burhan’ı sakinleştirmek için koltuğa oturttular. O sırada son kalan umudu için editör, hemşirenin gözlerinin içine baktı. Hemşire, Emre için “Henüz tepki vermedi. Bekliyoruz.” dedi. Burhan, en azından Emre’nin kurtulmasını umut ederek biraz sakin kalmayı başarabildi. Emre’den gelecek haber için de sabırsızlanıyordu. Bir matbaa gibi kokan ameliyathanenin önünde geçen zamanın farkında değillerdi. Zaman, durmuş gibi hiç ilerlemiyor zannediyorlardı. Hastane içerisinde olmayan telaş Burhan ve editörde görülüyordu. Ameliyathanenin olduğu koridoru kaç kez turladıklarını bilmiyorlardı. Her turda karşılaştıklarında birbirlerinin gözlerinin içine bakarak Emre için dua ediyorlardı. Hiç konuşmadan yaklaşık iki saat beklediler. İki saatin sonunda Emre ve doktor çıktı. Burhan ve editör heyecanla Emre’ye doğru yöneldi. Emre’nin yüzündeki gülümsemeyi gören Burhan sevinmeye başlamıştı ki Emre, “Seni yalnız bırakmadım, dostum.” dediğinde Burhan yine ağlamaya başladı.


*


Kitapların, mektupların, kasetlerin, resimlerin arasına sıkışmış mezar taşlarının arasına iki tane daha mezar taşı eklenmişti. Mezar taşlarının etrafında oluşan kalabalık, eserlerini okudukça mezarlığa bırakıyordu. Solukça bakan taşların etrafındaki kalabalık, yerini eserlere bırakırken hüzün de artıyordu. Emre ve Burhan mezar taşları dikildikten sonra kalabalığın en arkasına geçtiler. Onların eserleri de okunduktan sonra mezarlarına bırakılıyordu. Emre, tüm olanları hüzünle izlerken Burhan daha mutlu görünüyordu. Kabir azabı çekmeye başlamaları gerekiyordu. Okumalar devam ederken en arkada sınıfın yaramaz çocukları gibi konuşmaya başladılar.

-Burhan, neden mutlusun? Hâlimizin farkında değil gibi davranıyorsun.

-Dostum, benim zaten yazacak hikâyem kalmamış gibiydi. Ayrıca hepimiz eserlerimizin okunması için ölmeyi beklemiyor muyuz? Benim için iyi oldu bu ölüm.

-Benim yazacak çok şeyim vardı. Onları yazamadığım için üzgünüm.

-Bu saatten sonra yapacak bir şeyimiz yok, Emre. Çeviri falan yaparız belki en azından elimiz kalem tutar.

-Senin yabancı dilin var mı?

-Yok.

-Benim de yok.

-Neyse, gidelim artık. Mezarlarımız yan yana oldu. Tanışmamızın ve şu hâlimizin bile yazılacak bir hikâyesi oldu. Yazabilseydik, keşke.

-Bizi de yazan olur, belki. Gidelim de ben kabir azabı çekmekten çok korkuyorum, Burhan. Kıyamete kadar sürekli yaşayacağız o hissi. Kıyametten sonra da beterini yaşayacağız.

-İlk tanıştığımızda demiştim. Acılara yürürken korkma! Bak mesela kıl dönmesi acısını bilir misin? Benim sakalımda kıl dönmesi var ve ben buna rağmen sakal bırakıyorum.

-Yazdıkların arasında geçti bu cümle. İyi ki de ölmüşsün dostum. İnsanlara da acı çektirmezsin bundan sonra. Hahaha.

-Gözünün üzerine parmaklarımı çizmek isterdim de sonsuza kadar beraberiz. Bu yüzden yapmak istemiyorum. Hadi, Emre Bey, gidelim.

-Gidelim, dostum. Bu arada senin şu ünlü düşünürün mezarı değil mi orası? Sanırım o sözden sonra onu da kaybettik. Hahaha.

-Onun sözü yüzünden ölmüş olmayalım. Hahaha.


Konuşmalarına ara verdikten sonra yakın arkadaşlarıyla vedalaştılar. Sonrasında yavaş adımlarla kütüphaneye doğru gittiler. İkisinin de gitme isteği yoktu. Burhan, gitmeme ve korku hissini belli etmemeye çalışsa da yaklaştıkça daha da çok yavaşlıyordu. Sonunda kütüphaneye girdiler. Burhan sessizliği bozdu.

-Ooo kardeşim. Cennete düşmüşsün sen. Vay be, demek Kafka ile başlayacaksın.

-İşte tam da şu an öldüğüme sevinecektim dostum ama görüyor musun?

-Yok artık! Gerçekten çiçek topluyor. Neyse yalnız değilsin kardeşim. Hahaaa.

-Hiç komik olmadığını söyleyen oldu mu?

-Olamaz!

-Söylüyorum, komik değilsin. Gayet güzel oldu. Hahaaa.

-Hayır, o değil. O konuda haklısın da cehennem…

-Ah be Burhan, şeytandan ilham alıyorum diye dolaşıyordun. Ne bekliyordun ki?

-Yok, sorun cehennem değil.

-Sorun ne?

-Dalga mı geçiliyor, anlamadım ki? Bu kadarı da yapılmaz. Ameliyatımın seninkine göre neden kısa sürdüğünü de anladım. İnsana cehennem azabı diye kendi eserleri okutulur mu?