1960’lı yıllardan itibaren ABD’de kadın sanatçılar, sanat tarihçiler ve sanat eleştirmenleri, kadının sanatta, sanat tarihinde, sanat kurumlarında ve müzelerde doğru ve yeterince temsil edilmemesine, kendilerine yer bulamamasına ve dışlanmasına karşı bir mücadele olarak Feminist Sanat akımı altında buluştular. Sayıları az olan kadın sanatçıların Batı’da Rönesansla birlikte varlığı bilinmekteydi ancak kaç tane kadın ressamın Rönesans Dönemi’nden ve sonrasından tablosunu hatırlıyoruz ki? Kadın sanatçıların eserleri erkek sanatçıların yaptıkları kadar iyi, hatta onlardan farksızdı. Bu durum hayatın hiçbir yerinde kadın-erkek ayrımının gerekli olmayacağını gösterdiği gibi sanatta da bu ayrımın çok yersiz olduğunu kanıtlar niteliktedir.


Sanat tarihi geçmişinde erkek egemenliğinin bariz bir şekilde hissedilmesi üzerine Amerikalı sanat tarihçisi, küratör ve yazar olan Linda Nochlin’in 1971 yılında yayımladığı “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok” başlıklı makalesi Feminist Sanat’ın anlaşılması ve duyulması açısından oldukça önem taşımaktadır. Nochlin, büyük kadın sanatçı çıkmamasının temel nedeni olarak; kadınların eğitim ve diğer konularda erkeklerle eşit haklara sahip olmamalarını görür. Aynı zamanda kadına toplumsal cinsiyet bağlamında ev işi yapmak, çocuklarına bakmak vb. görevler atfedip sanatla ilişkilendirmemek ve dikiş dikmek, örgü örmek gibi zanaata dayalı şeyleri dayatmak sanat dünyasında kadına yer vermemenin yine başlıca sebeplerindendir. Baktığımızda; en itibarlı çağdaş ve modern sanat müzelerinden biri olan New York’ta Metropolitan Sanat Müzesi   “modern sanat” bölümünün %5’inden azını kadın sanatçılara ayırıyordu. Buna karşılık, sergilenen nü’lerin %85’inde ise kadınlar tasvir ediliyordu. Bir diğer örnek, MoMa’da sergilenen eserlerin sadece %7’si bir kadının imzasını taşıyordu. Böyle bir durumda sanatın erkek erkek egemen bir zihniyette olması kanıksanıyor ve feminist sanatçılar, kadınların sanat galerilerine kendi eserleriyle değil erkek sanatçıların onların vücutlarını kullanarak (bir çoğu nü) girmesiyle mücadele ediyorlardı.


1970’li yılların başlarından itibaren Amerika’da birtakım örgütler kurulmaya, kadın sanatçılara yönelik galeriler açılmaya, sanatı feminist bir perspektifle yeniden ele alan konferanslar düzenlenmeye, feminist sanata ilişkin dergiler çıkarılmaya başlandı. Tüm bu gelişmeler feminist sanatın şekillenmesini sağladı. İlk dönemlerde, geleneği yeniden değerlendirmeye çalıştıklarını ve kadın sanatını zanaat temelinde biçimlendirmeye çalıştıklarını görüyoruz. Çünkü tarihsel olarak zanaat, bir kadın uğraşı olarak görünürken, "güzel sanatlar" diyerek zanaattan ayırdığımız resim, heykel ve mimari erkeklerin egemenliğinde bir alan olarak kabul edildi. Domestik el sanatları tarih boyunca kadın işi olarak kodlandı. Bir yandan da kadınların doğurganlığını ve ana tanrıça kültürünü sanatta odak nokta olarak belirlediler.


Bu yaklaşımla, Judy Chicago ve Miriam Shapiro’nun işbirliğine dayalı olarak gerçekleştirdikleri çalışmalar feminist sanatın tarihi bakımından oldukça önemlidir. Bu çarpıcı örneklerden biri; Womanhouse Project'tir. 1972 yılında feminist sanatçılar Judy Chicago ve Miriam Schapiro, California Sanat Enstitüsü bünyesinde bir feminist sanat okulu kurarlar. 21 tane kadın öğrencisi olan bir program için inşa halinde olan okulda yer olmayınca sanatçılar, Los Angeles’ta harabe halinde bir ev bulup projeyi burada başlatmaya karar verirler. Sanatçıların temel düşüncesi:  “Biz içinde başkalarını değil sadece kendimizi memnun ettiğimiz bir ev yaratsak nasıl olur? Mesela her kadın bu evin bir odasında kendi hayallerini ve fantezilerini gerçekleştirse nasıl bir şey ortaya çıkar?” olan proje kapsamında yalnızca kadınlar çalıştı. Evin kaba inşa çalışması bittikten sonra sanatçılar odalar üzerinde çalışmaya başladılar. Evin en dikkat çekici yerlerinden birisi mutfağıydı. Mutfaktaki her şey yapay bir pembeye boyandı. (buzdolabı, fırın, konserveler, evye, duvarlar…) Çekmeceler uzak diyarların fotoğraflarından yapılmış kolajlarla kaplandı. Tavana ve duvarlara ise meme görüntüsünde pişmiş yumurtalar yerleştirildi. Ev için üç farklı tuvalet/banyo yapıldı ve hepsinde de farklı temalar işlendi.

Judy Chicago’nun tasarladığı “Adet Tuvaleti”nde (Menstruation Bathroom) kullanılmamış pedlerle dolu bir raf ve kullanılmış pedlerle dolup taşmış bir çöp kovası vardı. İkinci tuvalet kozmetik eşyalarıyla doluydu. Schapiro, buranın kozmetiğin kadınların hayatındaki önemine dikkat çekmek için yapıldığını söyler. Bütün oda kırmızıya boyanmış ve içindeki kozmetik eşyalar da kırmızı renkte seçilmişti. Üçüncü ve son banyo ise Robbin Schiff tarafından tasarlanmıştı. Banyoda kumla dolu küvette kumdan yapılmış bir kadın figürü, Schapiro’nun deyimiyle tamamen korunmasız bir biçimde yatmaktaydı. Odalar dışında ev için tasarlanan iki adet dolap bulunuyordu. Dolaplardan birisi sanatçı Beth Bachenheimer tarafından tasarlanmış ve Ayakkabı Dolabı (Shoe Closet) ismini almıştı. Sanatçı, ayakkabıların kadınların en popüler takıntısı olduğunu düşündüğü için bu dolabı tasarladığını söylemişti. Dolaplardan diğeri evin en ilginç tasarımlarından birisi ise sanatçı Sandy Orgel tarafından düzenlenen ‘’Havlu Dolabı’’ydı. (Linen Closet) Dolabın kapakları açık bir şekilde ve içinde cansız manken bulunuyordu ve sanatçı bu eserini “kadınlar için artık dolaptan çıkma, açılma zamanı geldi” şeklinde tanımladı.


Ve Guerilla Girls…


Her bir üyesi, bir kadın sanatçının ismini kendine mahlas edinerek sanat pratiğine devam eden Guerrilla Girls, kamusal alanda goril maskeleri takarak kimliklerini gizliyor. Frida Kahlo, Gertrude Stein ve Méret Oppenheim bunlardan sadece birkaçı. Sanat, sinema, politika ve kültür çalışmalarındaki cinsiyet ayrımcılığını, ırkçılığı ve yozlaşmayı çeşitli posterlere, pankartlara, stickerlara, billboardlara, projeksiyonlara ve birtakım başka kamusal projelere dönüştürüyorlar. 

Kökleri 1984’e dayanan The Guerilla Girls’te, bir grup kadın sanatçı, New York Modern Sanatlar Müzesi’nde, Uluslararası Resim ve Heykel İncelemeleri adlı sergiyi ziyaret ettiklerinde, temsildeki şaşırtıcı cinsiyet eşitsizliğinin farkına varıyorlar ve harekete geçme kararı alıyorlar.

Ardından tartışma yaratan posterler oluşturup onları New York çevresinde çok görünür noktalarda herkesin gözüne soktular. Bu tür afişler genellikle sanatın ve sanat tarihinin ünlü eserlerinden esinleniyordu. Örneğin bir tanesi, Fransız neoklasik ressam Ingres tarafından bir cariyenin resmedildiği ünlü La Grande Odalisque idi ve cariyenin kafasının yerinde bir goril kafası vardı, kelimelerin yanına uzanan bir grafitiye benzemişti. Afişte, “Kadınların MET’e alınması için çıplak olması gerekiyor” ve ‘’Modern Sanat bölümlerinde sanatçıların %5’inden azı kadındır ama nülerin %85’i kadındır.” yazıyordu.

Kadın sanatçıların gözle görülür şekilde eksik olduğu galerilerde, erkek sanatçıların ve müzelerin içindeki cinsiyetçi hataya karşı mücadele ettiler. Gerilla Kızlar’ın sorduğu “Kadınların müzeye girebilmeleri için illa ki çıplak mı olmaları gerekir?” sorusu düşülmesi gereken, döneme damgasını vuran önemli bir ayrıntıdır.