Sanatla ilgili pek çok şey söylenir. Bazıları onun doğuşunu, sosyal bir varlık olan insanın bitmek bilmeyen kendini ifade etme isteğine bağlarlar. Bazıları onun, sadece seçilmiş zihinlere hitap edebileceğini söylerler, seçilmiş zihin dediğimiz şey ilkel çağlardan bu yana pek çok kez anlam değiştirmiş olsa bile. Bazıları sanatın bir muhatabı olması gerektiğini vurgularken bazıları ise onun, sadece sanat olduğu için, kimseye ulaşmasa bile biricik olduğunu savunur.


Sanatın niteliği ile ilgili de pek çok şey söylenir. Doğayı mı yoksa zamanını mı yansıtmalıdır, toplumuna tutulan ayna mı olmalıdır? Bir taklit, sanat olarak sayılmalı mıdır yoksa o, şahsi ve muhterem olarak, kendi başına, dimdik ayakta mı durmalıdır? Geçmişi mi eksiksiz göstermelidir yoksa eşsiz gözlemlerle geleceğe mi ışık tutmalıdır?


Sanatın devinimi ile ilgili de pek çok şey söylenir. Sanat zamansız mıdır yoksa zaman geçtikçe onun niteliğini belirlemek için kullandığımız ölçütler de değişir mi? Günümüzde sanat, bir sergide unutulmuş çöplerin toplanmamasıyla bile sanat olmamış mıdır? Aksi olsa, neden büyük bir salona kasıtla yerleştirilmiş bir alafranga tuvalet şeklinde karşımıza çıkmaktadır? Bankalar yahut nüfuzu olan kişiler, hangisinin sanat olduğuna, ne zamandan beri karar vermektedir?


Bubi Sanat’ın sayfalarında sanatın özgün kısımlarına yoğunlaşarak belki bu soruların çoğundan sıyrılıp, sadece kendimizi ifade etmenin mutluluğuyla ve ifademizi kabul edenlerin görüşlerinin muhataplığıyla mutlu olabiliriz. Fakat sanat eserinin bir estetik duygu uyandırma meselesi vardır ki nerede olursak olalım inkâr edemeyeceğimiz, yüzyıllar kadar konuşsak içerisinden çıkamayız. Bu meselenin Antik Çağ'da felsefesi yapılmış, Orta Çağ'da katı kurallara uydurulmaya çalışılmış, Modern Çağ'da incik cincik ayrılmış ve en son akademilerde de cılkı çıkartılmıştır. Hepsi de sonuçta der ki sanat, bir estetik duygu uyandırmalıdır.


Estetik üzerine de pek çok şey söylenir elbette. Kanaatimce o, ancak herhangi bir sanatsal yaratmayla karşılaştığımızda anlayacağımız estetik duyguların en ilgi çeken açıklaması, “şiddetli” bir his olmaları. Bugünlerde 'şiddet' kelimesini kaba kuvvet olarak düşünüyoruz ama kelime aslında basitçe, bir hareketten doğan gücü kastediyor. Sanırım işin hangi tarafında olursak olalım sanat da bize, içimizde bir yerde, bunu yapıyor. Anlamda farklılıklar olsa da estetik duygusunun şiddetinin, kaba kuvvetten çok da ayıramadığım bir tarafı var. Sanki bu his, bizi kendimizden geçirebilir, hasta edebilir, hayatımıza yön verebilir gibi geliyor bana.


Bu hislerimde yalnız olmadığımı, çoğunlukla Floransa’yı ziyaret eden turistlerde tespit edilen bir psiko-somatik, fiziksel olarak temellendirilemeyen ancak fiziksel sorunlarla kendisini belli eden psikolojik bir hastalığın tanımlanmış olmasıyla öğrendim. Sanata yoğun şekilde maruz kalmak, şiddete maruz kalmak anlamına gelebiliyor; bu şiddet, hepimizin güzel bir şarkı dinlediğinde tecrübe ettiği şekilde bizi güldürüp ağlatabiliyor, bazen başımızı döndürebiliyor ve bazen de midemizi, içerisindekileri dışarı çıkartmak için ikna edebiliyor.


Adını Stendhal mahlasıyla yazan Fransız yazar Marie-Henri Beyle’den alan Stendhal Sendromu yahut en sık Floransa’da görüldüğü için bu isimle de anılan bu psiko-somatik bozukluğun ana semptomları kalp çarpıntısı, baş dönmesi, halsizlik ve bazen ateş olarak gözlemleniyor. Henüz Floransa’ya gitme gibi bir fırsatım olmadı o yüzden yerinden bildiremem. Ancak kendimi pek çok kez, bir başkasına açıkladığımda deliymişim yahut dalga geçiyormuşum, en iyi ihtimalle de “entel dantel” görünmeye çalışıyormuşum gibi tepkilerle karşılaştığım bu hislerle baş başa bulduğum oldu. En şiddetlisi Notre Dame de Paris müzikalini seyrederken vuku bulmuştu, net bir şekilde hatırlıyorum.


Floransa Sendromu’nu okuduktan sonra, insanların neden birkaç yıl önce Notre Dame Katedrali yanarken karşısına geçip, toplu hâlde Ave Maria ismiyle bilinen ve çok eski bir yüzyıla ait o şarkıyı söylediklerini de daha iyi anlamıştım. Sanatın şiddeti, bazen sadece midemizi bulandırsa da çoğu zaman bizi, taş bir binaya bakarak şarkılar söylemeye ve ortak bir paydada buluşup o taş binayı yeniden inşa etmeye, neredeyse gözle görünmeyen bir kaba kuvvet kullanarak ikna ediyor. Bu yüzden bütün bilimlerin yanında, sanattan da hiçbir zaman kopamayacağız sanırım. Dünyamız ne kadar değişirse değişsin, bizler en ilkel güdülerimizden olan şiddeti, asla bırakamayacağız.