Hiçbir şey göremediğim karanlıkta kırmızılıklar oluşmaya başlamıştı. Sanırım vakit dolmuştu. Gözlerimi açmaya korkuyordum. Yatağıma, yorganıma ve yastığıma işkence ederek yatağın içinde kaç defa döndüm bilmiyorum. Olmadı, tekrar uyuyamadım. Sonunda korkularımla yüzleşmek istedim ve gözlerimi açtım. Bir sonbahar gününe rağmen içerisi oldukça aydınlıktı. Saate baktığımda öğle vakti olmak üzereydi. “Beş dakika daha…” diyeceğim kimseler de olmadığı için bu saate kadar yatağımda kalabilmiştim. Uyandırmak isteyen birileri olsa da uyandıracakları bir neden yoktu. Güneş ışığının yerine ilk önce telefonumun ekranından gelen ışıkla gözlerimi yakmak istedim. Günümün aydın geçmesini dileyen veya günün aydınlığını haber eden kimseler yoktu. Geceden açık kalan şarkıyı kapattım. Normalde o şarkının son sesini açardım ama şarkılardan kaçıyordum. Pencereyi açtıktan sonra sigaramı yakmıştım. İşte tam da o sırada şarkıların ahengiyle dans etmeliydi sigaramın dumanı ama ne şarkı dinlemek ne de dans izlemek içimden gelmiyordu. Şarkıyı ben mırıldanmak istediğimde dans edecek sigara dumanları, “Aman yapma!” dercesine boğazıma takılmışlar ve öksürmeye başlamıştım. Gece bitiremediğim çaydanlığı ocağa koyduktan sonra günlük işlerimi yaparak kahvaltı etmek için mutfağa geçtim. Ocağın altını açık unutan ablalar gibi olmak isterdim ama ocağın altını hiç açmadığımı fark ettim. Bayatlamış ekmek parçalarının arasına solmuş peynir parçalarını yerleştirdim. Acelem varmış gibi ayakta hızlıca atıştırdım ve uzun bir aradan sonra suya ilk defa kavuşmuş birisi gibi su içtim. İçeriye sızmayı başaran güneş, ısrarla beni çağırıyordu. Şekersiz sert bir kahve yaptıktan sonra sigaramı ve henüz yarısını okuyabildiğim kitabımı alarak balkona çıktım.

Sigaramı yaktıktan sonra kahvemden de yudumlayarak kitabın ayracından çekiştirmeye başladım. Hiç açılmak istemezmiş gibi sayfaların arasından kayıp giden ayraç elimde kalırken kitap ise yere kapanmış ve hüzünlü bir şekilde bana bakıyordu. Hüzün, kitapların olmazsa olmazı haline gelmişti. Sanırım bu yüzden kitabın bana bakışını hüzünlü zannediyordum. Kitabı kaldırdıktan sonra kaldığım sayfayı bulabilmiştim. Okumaya başladıktan az sonra hızlıca sayfaları kapattım. Güneşi gözlerim kapanana kadar izledim. Gözlerimi dinlendirdikten sonra şehrimin görünen kısmına baktım. Biraz kendimi düşündüm. Şehrim gri değildi ve varoluşsal sıkıntılar da çekmiyordum. Bunlara rağmen kitabın sanatsal tek yönü, bu kelimeler üzerinden ilerliyordu. Beni bu sanat anlayışı boğmuştu. Kahvemi ve sigaramı da kitap gibi yarım bırakarak odama geçtim. Yazmaya çalıştığım öykülerimi karıştırdım. Ben de o klişelerle öykülerimi boğmuştum. Üzerime çöken bu isteksizliklerin sebebini o an anlayabilmiştim. Yapmaya çalıştığım ve yapılan sanattan bıkmıştım. Benim en sevdiğim kitap, maalesef doksan yıl önceye aitti. Ben yeni çıkmış kitapları da bağrıma basmak istiyordum. En sevdiğim şarkı sorulduğunda dağılmış bir grubun şarkısını söylemek istemiyordum çünkü kimse bilmiyordu. O an bir karar vererek bambaşka bir sanat anlayışı getirmek ve bunu insanlara sevdirmek istedim. Sadece toplumun sorunlarından bahsederek sanatın içerisinde edindiğim yerden rahatsızlık duymaya başlamıştım. Yeni ve saçma sapan hikâyeler bulmak amacıyla kendimi sokağa attım.

Dışarıya çıktığımda gördüğüm bütün gri renkli şeyleri laciverte boyamak istedim. Öfkemle markete doğru yöneldim. Labirent gibi dizilmiş kapılarına elimi sürmemek için ve de öfkeli olduğum için ayağımla iteleyerek girmiştim. Yeni hikâyelere, olaylara veya durumlara denk gelmek için girdiğim markette elim boş çıkmamak için de bir sigara almak istedim. Ben olaylar aramak yerine kasanın yerini aramaya başladım. Nihayet kasayı bulmuştum ama sigara bulamamıştım. Girişteki dolambaç gibi dizilmiş kapıların ve marketin iç düzeninin aksine çıkıştaki tek kapı için kasiyere teşekkür ederek çıktım. Küçük mahalle bakkalı amca ve o amcanın bakkalının kapısının önündeki sohbetten birçok hikâye toplarım umuduyla sigara almak için bakkala doğru yürüdüm. Havanın güzel olmasından dolayı diğer günlere göre sokakta daha çok insan vardı ama araba seslerinden başka ses çıkmaması sokağın muhteşem havasını bozuyordu. Bakkala gittiğimde o meşhur amca nereye gittiyse onun yerine küçük torunu orada duruyordu. Bakkalın önündeki yaşlı amcalar da orada olmadığı için buradan da ümidimi keserek sigaramı yaktım ve mahalle içinde dolaşmaya başladım.

Kuruyemiş dükkanının önünden geçerken kalabalık dikkatimi çekmişti. Hemen selam vererek yanlarına geçtim. Kısa bir hâl hatır muhabbetinden sonra ağabeyler kendi muhabbetlerine dönmüşlerdi. Benim tam olarak aradığım ortam buydu ve dikkatli bir şekilde dinlemeye başlamıştım. O sırada çaylar da gelmişti ve çaylarımızdan yudumlamaya başlamıştık. Ortamdaki muhabbet, ticaret üzerineydi ve benim aradığım tarzda bir hikâye yoktu. Gitmek istiyordum ama sohbetlerinin ortasında selam vererek girdiğim gibi aniden çıkmak oldukça zor olacaktı. Müsaade istemek için neredeyse bir saate yakın bir süre bekledim. Sonunda sohbeti rahatlıkla kesen bir ağabeyin gitmek için yaptığı hamlede ben de gideyim diyerek sıyrıldım.

Kahvehanelerin önünden geçerken baktığımda herkes oyunlar oynuyordu ve bu yüzden bir şeyler bulamam diye bu ortama hiç girmedim. En yakın düğün salonuna doğru yürüdüm ama orada da bir düğün olmadığı için tekrar döndüm. Mahallenin tüm sokaklarını teker teker gezdim ama hiçbir şey bulamadım.

Eve doğru umutsuz adımlarla yürüyordum. Önümde apartmana girmek üzere olan Turgut amcayı gördüm. Ekmeğini almış gidiyordu. Turgut amca, emekli Türkçe öğretmeniydi. Seyrelmiş saçlarının arasında siyah bulamayacağınız gibi yüzünde de bir tel sakal bulunmazdı. Gözlüklerini sürekli göğsünde taşır nerede bir yazı görse burnunun ucuna takarak okumaya başlardı. Yolda gördüğü hiç tanımadığı insanlara burnunu göstererek bu ne diye sorular sorardı. Yeni tanıştığı insanları da bu soruyla test ederdi. Bunun gibi birçok sorusu vardı ama ben bu soruyla test edilmiştim ve en çok bunu sorduğuna rast gelmiştim. Burun diye cevap verenlere gözlüğünü takarak kibirli bir bakış attıktan sonra “Hayır, bu burun.” derdi. Karşısındakinin “Ne yapmaya çalışıyorsun amca?” düşüncelerinin verdiği şaşkınlığı da cahilliği zannederek gülerdi. Onun kibri ve benim cahilliğim birleşirse öykü konusunu rahatça bulabilirim diye düşündüm. Ayrıca bu sanat anlayışı için neler yapmalıyız diye ona sorular da soracaktım. Yazdığım şeyler için daha önceleri de ondan fikirler alıyordum. Hızlı adımlarla arkasından yetiştim. İyi akşamlar, Turgut amca derken apartmanın girişine gelmişti. Hâl ve hatır sorarken yavaş adımlarla da merdivenlerden çıkıyorduk. Yazmaya devam ediyor musun dediğinde işte tam da sırası diye sevinmiştim. Evet, ama bu sıralar olmuyor gibi diyerek öncelikle üstü kapalı bir cevap vermek istedim. Böylece merak edecek ve konuya rahatça gireceğiz diye düşünürken Turgut amca, yazmaya devam et unutma “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” der Ulu Önder, dedi. Sonrasında iyi akşamlar diyerek evine yöneldi.

Bütün gün boyunca hiçbir şey elde edemeden ben de evime gelmiştim. Yine de inatla yazmak istiyordum. Bir kahve yaptıktan sonra bilgisayarı dizlerimin önüne bıraktım. Klasik müzik açmak istedim ama karşıma çıkan ilk müzikler de klasik müziğin adı gibi klasikleri olmuştu. Sizden de bıktım diyerek yazmaya başladım. Defalarca bir cümle yazdıktan sonra silmiştim. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum kahvem çoktan bitmiş ve fincan buz gibi olmuştu. Bilgisayarı kapatarak temiz kâğıt aldım ve bunun kokusu ve kalemin gıcırtısıyla daha iyi yazarım diye düşündüm. Kâğıdın üzerine doğruluğuna sonuna kadar inandığım bir cümleyi not ederek motive olmak istedim. Yazamıyordum ve öylece bakıyordum. Kalemi bıraktım fincana elimi uzattığımda kahvemin bittiğini hatırladım. Bir elimde fincan ve önümde kâğıt, kalemle gözlerimi sıkıca kapatarak karanlığa hapsolmaya çalıştım. Ne kadar ne düşündüm bilmiyorum ama sonunda en azından yaşadığım bu durumu yazarak içimi dökmek istedim. Bu yaşadıklarımı yazdıktan sonra rahatlarım ve daha güzelini yapmak için çabalarım diye düşündüm. Gözlerimi açarak hemen kalemimi elime aldım. Henüz bir kelime bile yazmadan kalemden süzülen kan, kâğıda bir şeyler yazıyor gibiydi. Soluma doğru baktığımda fincanın parçalanmış olduğunu fark ettim. Akan kanın hayat damarlarımın birinden geldiğini kâğıdın üzerine not ettiğim cümleyi görünce anladım.

“Sanatsız kalmış bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.

Mustafa Kemal ATATÜRK”