Elimi iki göğsümün ortasına yaslıyorum. Tam ortasına. Oradaki zayıf çarpıntıyı önce parmak uçlarımda hissediyorum. Sonrasında bu his dalga dalga bütün uzuvlarıma yayılıyor. Ben öylece, burada, bu uçurumun kenarında, sırtımda geçmişin ağır yükü ve affı olunmayacak hatalarımla ama yine de, tüm bu düzensizliğin arasında, gözlerimin aynasında iflah olmaz yaşlarla ve sol omzumun üzerinden sol kulağıma doğru intiharı bana süsleyerek güzel bir eylemmiş gibi fısıldayan kışkırtıcı şeytanımla dimdik duruyorum. Bel kemiğim hiç kırılmamış, ruhum hiç hırpalanmamış gibi. Kafamın içinde dönen türlü oyunlara ve yüreğimdeki ocakta fokurdaya fokurdaya pişmeye ama dibi tutmamaya yemin etmiş sevdama rağmen. Hâlâ. Dimdik.



“Neden?” diyebiliyorum bir zaman sonra sadece. Sesim öylesine zayıf ki, dokunabilsem anında kırılabileceğini anlıyorum. Vücudumda bir acı var. Varlığımın mayası sanki bu acı. Ben bu acıyla varım, ben bu acı olmasa hep eksiğim, ben bu acı olmasa asla tam anlamıyla bütün olamayacağım. Ben bu acıyla harmanlanmışım. Bu acıyı hissediyorum. Tırnak diplerimden saçlarımın uçlarına kadar ben bu acıyı hissediyorum ve acıyı hissettikçe yeni yaralar doğuruyorum. Rahmimde kök salan bu acıyı kendi kanımla besliyorum. Ben kendimden yepyeni bir canavar yaratıyorum. Yarattığım canavarlar gecelerce ve gündüzlerce beni yiyorlar ama hiç şikayetçi değilim. Şikayetçi değilim çünkü dünyaya adı yara olan canavarlar doğuruyorum. Dünyaya kattığım tek şey bu.




“Hissettiğim acıdan başka bir şey değilse...” diyorum. Kahrolası cümlem yarıda kalıyor. Yutkunuyorum. Kafamın içindeki seslerin arasında, bu kargaşanın ortasında, tüm dikkatleri üzerine çekercesine dans eden bir genç kız var. “Beni neden yarattın?” Göğsümün arasındaki elim bir top yumağı şeklini alıyor ve parmaklarım kıvrılarak avucumun içerisine gömülüyor. Kafamın içersinde dans eden genç kız aniden bu gömünün üzerinde, kendi ayaklarının parmak uçlarında yükselip dans etmeye başlıyor bu defa. Zaman ve mekan kavramı anında yok oluyor. Zihnimden ellerime akan bu genç kızın rüzgarı yüzümde patlıyor. Gözlerim avucuma düşüyor. Orada onu görüyorum, onu izliyorum. Dönüyor, dönüyor ve dönüyor. Öyle hızlı dönüyor ki onu izlerken gözlerim yoruluyor. Ama o hiç yorulmuyor, o hiç düşmüyor, durmadan dönüyor. Döndükçe üzerindeki elbisenin etekleri de havalanıp dönüyor ve sonra havalanan elbisesinin etekleri tutuşuyor. Dans etmeyi çok seven o genç kız, çok severek ettiği o dansın tam ortasında, üzerinde en sevdiği elbisesiyle, bir gömünün üzerinde yanmaya başlıyor. Yanmaya ilk gözlerinden başlıyor. Dansa olan tutkusu onu yakıyor, geriye yalnızca külleri kalıyor.




“Ben sessiz ve bomboş bir mezardan farksız değilim.” Onlarca cümlemin arasından çekip çıkarabildiğim bir bu oluyor. Geriye bana kalan tüm cümleleri gerisin geriye yutuyorum. Avucumda gördüğüm sanrıların üzerine bir yenisi eklenmiyor ama rüzgar şiddetini biraz daha arttırıyor. Uzun, siyah ve dalgalı gür saçlarım geriye doğru savruluyor ve savruldukça birbirine karışıyor. Saçlarım kafamın içerisi gibi karmaşık şimdi. Yumruk yaptığım elimi göğsümün ortasına vurmaya başlıyorum. İçimdeki hiddet nefretle çarpışıyor ve bu çarpışma intikama gebe kalıyor. Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyorum ve sesim benim aksime öyle zayıf ve öyle silik ki, ses tellerimi ellerimle parçalamak istiyorum. “Senden nefret ediyorum.” diyorum. Ağzımın içerisinde arta kalan diğer kelimeler dilimin ucunu kesiyor.




“Beni özgür bırak. Sana yalvarırım beni özgür bırak.” Gözlerime kadar her yanım sızlıyor. Her yanım öyle çok sızlıyor ki ağlama isteğimle zor başa çıkıyorum. Çıplak ayaklarım soğuktan mora çalar vaziyette. Hırçın dalgaların kayalara çarptıkça çıkarttığı o gür sesleri yüreğime konuk ediyorum. Yüreğimde adını hiç bilmediğim o şarkıya kulak veriyorum. Bana ölümü fısıldıyor. Bana ölümü fısıldıyor ve beni ölümün o soğuk uykusuna yatırmak istiyor. Bunu biliyorum. “Beni özür bırak.” Bu kez daha güçlü bir sesle, aynı cümleyi yeniden dilimden özgür bırakıyorum. “Ben doğduğum günden beri koskocaman bir intihar girişimiyim. Beni ya öldür, ya da yaşat. Ama beni özgür bırak”




Yumruk yaptığım elim göğsümün ortasına çarpıyor; yine. Bir kez. İki kez. Üç kez. Çarptıkça şiddeti artıyor, şiddeti arttıkça sarsılıyorum. Arada kalmanın ne kadar zor olduğunu ancak bunu yaşayabilenlerin anladığını biliyorum. Bu sıkışıklık beni mahvediyor. Bu sıkışıklık beni tüketiyor. Günden güne ufalan ve ufaldıkça anlamsızlaşan bir kimliksizim. Her yerdeyim ama hiçbir yere ait değilim. “Yalvarırım.” Gözlerim kapanıyor, sesim öyle kısılıyor ki kendi sesimi ben bile zor duyuyorum. Ben kendi sesine bile yabancı olan uçurum kenarındaki o kadınım. Çokça eksiğim ve bu acıyla biraz tamamım.




“Beni duy, beni anla, bana yardım et.” Acı çeken sesimin üzerini neşeli bir tülle örtmeyi arzuluyorum. Ay tam tepemde yükseliyor ve ağaç yapraklarının birbirine sürttükçe çıkarttığı o hışırtıları işitiyorum. O hışırtıların arasında hâlâ aynı şarkının melodisini duyuyorum. Ardıma bakmaya korkuyorum. Korku tam şu saatte hissettiğim en yoğun duygu. Bu duygunun bileğini bükebilmeyi ne de çok istiyorum ama bu isteğimin suya yazı yazmak kadar zor olduğunun da farkındayım. Bunun için hiçbir şey yapamıyorum. Bir adım daha atarak uçurumun kenarında ölümle dans ediyorum. Az sonra ölümün kollarının belimi sıkı sıkıya saracağını düşünmek istemeyerek başımı göğe kaldırıyorum.




Laciverte bulanan gök, tanrının fırçasının izlerini hâlâ üzerinde taşıyor. Deniz öyle aç ve yırtıcı görünüyor ki, onun sesini duymak bile bana karşı olan iştahını anlamama yetiyor. Bir adım sonrasında onun ağzının içerisinde olacağımı biliyorum. Korkuyorum ama kaçmıyorum. Korkuyorum ama hâlâ omuzlarımı dik tutuyorum. Korkuyorum ve nefretini içimde beslediğim tanrıya bana yardım etmesi için yalvaracak kadar da yüzsüzüm, bunu umursamıyorum. Dudaklarımda yaşamın kalan son tortusunu yalıyorum ve o an, iki omzumun ikisine de tünen iki mavi kuşla midesi azgın ve dalgalarca köpüren denize bakıyorum.




Sonra ne oluyor anlamıyorum bile. Görmediğim iki el tarafından itiliyorum. Bedenim bir kuş gibi havada süzülüyor. İşte bu, diyorum. İşte bu. Gülümsüyorum. Ya ölüm, ya yaşam. İstediğim ikisinden biriydi. Şimdi ölüyorum, diyorum. Düşüyorum. Düşüşüme iki mavi kuş eşlik ediyor. Ölümün şarkısının denizden geldiğini o an anlıyorum. Deniz kollarını bana açıyor, dudaklarının arasından sızan şarkının melodisi uykumu getiriyor. Düşüyorum. Düşüyorum. Düşüyorum ve sonrasında uyanıyorum. Kan ter içindeyim. Göğsüm hızla inip kalkıyor. Yüreğim dilimin üzerinde atıyor. Ağlıyorum. Nerede oluğumu anlayamıyorum. Etrafıma bakınıyorum. Her yanım karanlık. Geçti, diyorum. Geçti, sadece kâbustu. Ama geçmiyor, yüreğimin sesi kulaklarımda çınlıyor. Ellerime bakıyorum. Masmavi iki kuş tüyü. Ödüm kopuyor. Kendime gelemiyorum.