Güneş huzmelerinin perdede oluşturduğu kuytu gölgelerle günün aydınlandığını anlıyorsun. Dışarıya yeni günün tohumları saçılıyor. Yataktan kalkmak için acele etmiyorsun. Baş ucundaki çalar saate göz atıyorsun. Yelkovan uzun bir yokuşta tıkanmış gibi ağır ağır ilerliyor, aldırmıyorsun. Günler geçsin, anılar silikleşsin istiyorsun. Kalkıp mutfağa yöneliyorsun. Sessiz koridorda adımlarının sesi yankılanıyor. Evin dağınıklığı içine iri bir sıkıntı yerleştiriyor. Nermin olsa ev bu halde olmazdı diye geçiriyorsun içinden. Nermin’in yokluğu bir kez daha içini kemiriyor. Dünyaya tutunma duygunun eksildiğini hissediyorsun. Ağzında dün gece içtiklerinin hantal kokusu, üstünde yılışık bir yorgunluk var. Her sabahki gibi bir fincan kahve yapıp içine birkaç damla süt damlatıyorsun. Balkona çıkıp  gözlerini uzaklara dikiyorsun. Bulutların nemiyle kaplı kuşlardan arınmış  gökyüzü, binaların üzerinde belirli bir düzene göre yerleştirilmiş paslı televizyon antenleri, çatılara yapışmış büyük bir lekeyi andıran güneşin yanık izleri, bacasından tüten dumanla kendini derinden derine hissettiren çimento fabrikası...

Hayat bütün çıplaklığıyla beyninde debeleniyor. Kahverengi ağaçsız tepeler kurumakta olan bir yaranın kabuğunu andırıyor. Anımsıyorsun yine o ılık sonbahar akşamını. Bir sigara yakıp dumanı uzun uzun tutuyorsun. Gözlerin buğulanıyor, beynin cılız oyunlar peşinde yine. Dışarı çıkıp hayata karışarak unutmanın veya unutulmanın planlarını yapıyorsun. Önce Zafer ile buluşup bitirdiğin çeviriyi teslim etmen gerekiyor. Sahi en son ne zaman görmüştün Zafer’i hatırlamıyorsun, ayda bir çeviriler için eline sıkıştırdığı paralarla geçinmeye çalışıyorsun.

  

Apartmandan merdivenleri seyrek adımlarla inerek çıkıyorsun. Sokağın başında zayıf bir ünlem işareti gibi duruyorsun. Hafif bir üşüme sarıyor bedenini. Bir sigara yakıp gökyüzünü sise boğan bulutlara bakıyorsun. Rüzgâra aldanıp dallarından ayrılan birkaç yaprağa basarak ana caddeye çıkıp günün ortasına savruluyorsun. Rüzgâr enikonu şiddetini arttırıyor...

  

Zafer’i her zaman buluştuğunuz kitapçının üst katında buluyorsun. Sürekli yanında taşıdığı neşesiyle karşılıyor seni. Sarılıyorsunuz. Karşısındaki sandalyeye ilişip oturuyorsun. Zafer alışık hareketlerle iki çay söylüyor. Her zamanki sıradan başlangıçlarla sohbeti başlatmaya çalışıyor. Nasılsınlar, neler yapıyorsunlar çayın sıcaklığında eriyor. “ Geçen gün  Nermin’i gördüm.” diyor aniden. Şaşırıyorsun, bir tedirginlik sarıyor içini. Susuyorsun, bir şeyler söylemeni bekliyor. Dilinde morgdaki bir ceset gibi yatıyor sözcükler. Çayından bir yudum alıp gözlerini kapıyorsun. Gülümsemeyi andıran bir titreşim sarıyor dudaklarını. Nermin’i sen de ilk defa burada, bu kitapçıda görmüştün. Sonra o ılık sonbahar akşamında onu son kez görüşünü hatırlıyorsun. O duru güzelliğini, şiirlerde yer bulabilecek kadar güzel gözlerini, ürkek iki kuşu andıran ellerini, dağ lalesi gibi duran boynunu, hepsini ayrı ayrı bulup zihninde tamamlıyorsun.. 

Eylül’ün 15’i, Perşembe günü... Apartmanın iki sokak altındaki o yürüyüş yolundasınız. İçinizdeki boşluklara çarpıp direnen bir sessizlikle yan yana yürüyorsunuz bir süre. Konuşsanız aranızdaki bağ kopacakmış gibi. Soğuk ve karanlık gecelere  özgü tuhaf bir tedirginlik var onun üstünde. “ Çok yoruldum artık “ diyor, bunun fiziksel bir yorgunluk olmadığını anlıyorsun. Hazırlanmış bir konuşma metninden okur gibi devam ediyor. “Biliyor musun, hayatının belirli bir teması yok senin, düşüncelerinin izbesinde yaşıyorsun. Sürekli dış dünyaya perdelerini indirip içine gömülüyorsun, orada bunalınca da benim varlığımla teselli bulmaya çalışıyorsun. Davranışların bile birer benzetmeden ibaret; seviyormuş gibi, değer veriyormuş gibi, yaşıyormuş gibi, uyuyormuş gibi… Ben artık buna katlanamıyorum.” diyor. Öfkeyle söylediği her sözde ağzından çıkan soluğu art arda ateş edilmiş bir tüfeğin namlusunu andırıyor. Sakinleştirmeye çalışmıyorsun onu. Öfkelenince alnına düşen saçları ona ayrı bir güzellik katıyor. Duruyor, senden bir karşılık bekliyor. O an kendi içindeki varlığınla onun yanındaki kişiliğin arasında bir uçurumun açıldığını hissediyorsun. Onu ilk defa gerçekten kaybedebileceğinin farkına varıyorsun. Üstüne yarım yamalak oturan zarif bir hüzün sarıyor seni.

“Halen evden mecburi olmadıkça çıkmıyorsun değil mi?” diyor Zafer. Gözlerini açıyorsun. Zafer geçmişte oyalanıp kalmana müsaade etmiyor. İçindeki çaresizliği genişlettiğinin farkında değil. Sol bileğini bir umutla çevirip saate bakıyorsun, geç oldu diyorsun. Kalkmaya yelteniyorsun, Zafer alışkın bu tavırlarına . İki sigara yakıp birini sana uzatıyor; çektiğin ilk duman, kafanın içindeki sisi biraz dağıtıyor. “Okuduğun kitaplardaki kahramanlara dönüşme çaban seni bu hâle getirdi." diyor Zafer. “Şövalye romanları okuyup kendini Şövalye sanan Don Kişot’tan farkın kalmadı.” diye ekliyor senden cevap alamayınca. Sözleri kulaklarında çınlıyor. Kahramanları düşünüyorsun bir süre. Bazarov, Zebercet, Ferdinand Bardamu, Arturo Bandini,  Raskolnikov, Giovanni Drago, Meursault, Roquentin, Selim Işık…

Aklını ilk yoklayanlar... Hangisi olmak istedin, hangisi olabildin ya da hangisi olabilirsin  ki? 

Nermin’i kendini senden azat etmesi, Zafer’in bu söyledikleri, hepsi bu sebeplerden mi gerçekten diye düşünüyorsun. Zafer bir cevap bekler gibi sana bakıyor. 

“Boş ver, hepsi kötü birer alışkanlık, tıpkı yaşamak gibi...” diyorsun.


Zafer’in yanından lekelenmiş bir yalnızlıkla çıkıyorsun. Gün boyu yağan yağmur  egemenliğini çoktan yitirmiş. Gecikmiş birini bekliyormuş gibi sokaklara bakıyorsun uzun uzun. Havada lirik bir keder var. Bina diplerinde pinekleyen birkaç köpek dışında cadde bomboş. Sokak lambasından üzerine dökülen ışık seni akşamın içine çekiyor. Bir an önce eve varmak istiyorsun. Cebindeki son sigarayı yakıyorsun. 

Telaşsız ve ağır adımlarla eve giriyorsun. Ev sana anne rahmi güveni veriyor. Bir kahve yapıp kitaplığına yöneliyorsun, yeni aldığın hikaye kitaplarından birini alıp okumaya başlıyorsun:

“Güneş huzmelerinin perdede oluşturduğu kuytu gölgelerle günün aydınlandığını anlamıştı. Dışarıya yeni günün tohumları saçılıyordu. Yataktan kalkmak için acele etmiyordu. Baş ucundaki çalar saate göz atıyordu. Yelkovan uzun bir yokuşta tıkanmış gibi ağır ağır ilerliyordu, aldırmıyordu. Günler geçsin, anılar silikleşsin istiyordu…"