Sonra mayıs geldi, ölülerin ıslıkları yağmurlarla ıslandı. Sınırlı şahsi aptal benliğimse gölgelere sığındı, her bir şeyden korunabilirim sandı. 'Ben aslında yağmurda ıslanmak değil de, hissetmek istiyorum kendisini' desede, biz bildik ki korktu hep o. İçi titredi gök gürültülerinden, yatağının altındaki sarı dişli canavarlardan, cenaze arabalarından ve de ölümlerden.


Belki de bundandır ki ben böyle soluk benizli, oldukça ürkek herifin tekine dönüştüm. Annem ben küçükken hep her gölge bir ışığın çocuğudur aslında derdi ama ben sanırsam zifiri karanlığım. Şimdiyse kendime inat şafağa değin bir an olsun durulmaksızın bu puslu evrenin çıkışındaki ışığı arıyorum fakat tek görebildiğim ufuktaki kanlı yarık. Gözlerim buğulanıyor, bulanıp bulanıklaşıyorum. Müteakiben her yer katran siyahına bürünüyor yine, ben ise asfaltlarca çekmişim sanki bu zehri içime, kanıyorum pervasızca, canım yanıyor, kavruluyorum. Sonra ansızın sol omzuma bir kuzgun konuyor.


Kuzgun ruhunu okşayacak bir süs yerine koyuyor benim yüreğimi. O çirkin sesiyle bana eski bir ölümü anımsatıyor. Görmezden geliyorum. O da hüznümü ve de çirkinliğimi hoşgörüyle karşılıyor fakat bin misliyle de vuruyor göğsüme. Dayanamıyorum artık, koşuyorum var gücümle, koşmak da değil artık bu, büsbütün kaçıyorum ben kuzgundan.


En sonunda yoruluyorum, duruluyorum; etrafımı sarıyor ilahi sözlerle bezeli bu korkunç gazap ateşi.


Korkuyorum.