16 Mayıs 2020 Cumartesi

17:58


"Kendimianlaşılırkılmasorunsalı"


"Eğer okuduğumuz bir kitap bizi kafamıza vurulan bir darbe gibi sarsmıyorsa, niye okumaya zahmet edelim ki?"


Franz Kafka


Bu sitede Kafka'nın bu ifadesini hiçbir incelemede yazmamıştım. Bana göre Thomas Bernhard bu alıntıyla onurlandırılmayı hak ediyor. Bu ilk okuduğum kitabı, yazarı ben seçmedim ama kitabı sezgilerime dayanarak ben seçtim. Bu sitede bir arkadaşın Thomas Bernhard bağımlılığı beni yazarı okumaya yönlendirdi, buradan ona teşekkür ediyorum. Bazı ortak noktalarda buluştuğumuz insanlar olur -her ne kadar bu ortak noktaları şahıslar ayrı ayrı belirleyemiyor olsa da- yaşantımızın, toplumumuzun bizi ittiği o ortak noktalarda buluştuğumuz insanlara kitap seçiminde güveniyorum, müzik ve film seçiminde de olduğu gibi.


Benim için gerçekten sarsıcı bir kitap oldu. Yazarın anlatmak istediklerinin derinlerine daha fazla girmiş olduğum için de olabilir, yaşadığımız çağa en uygun ifade tarzını yazarda bulduğum için de olabilir ama en net olan şey, Thomas Bernhard lafı dolandırmadan söylemektedir. Duygusal tuzaklar kurmadan aslında hep içimizde yer edinen "kendimizi anlaşılır kılma" uğraşımızın sahteliklerden oluştuğunu yüzümüze çarptığı için de daha çok sevmiş olabilirim. Çünkü bu çağ artık romantik edebiyatı kaldıramayacak kadar kötü bir çağ ve bu çağda yaşayan bizler artık "Romantik" edebiyatla kendimizi kandıracak kadar sahte düşüncelerden arınmalıyız.


Kitap iki bölümden oluşuyor. Okuduğum yorumlarda bazı insanlar, iki bölümü ayrı ayrı değerlendirme, gibi bir yolu seçmişler. Bana göre bu yanlış bir düşünce. Edebiyat yorumu da öznel olacağı için. Bölümler arası kıyas yapanlara saygı duyarak ilerliyorum.



İlk bölümün, ikinci bölüm yoğunluğunun oluşturulabilmesi için bir zemin olduğunu düşünüyorum. Eğer yabancılaşma olgusunu, sahtelikleri, aile içi sorunları, baba-oğul, dede-baba ilişkilerindeki sarsıntıları bir kişinin ağzından duymak istiyorsak önce toplumdaki bozulmalara, yalnızlıklara, karşılıklı yalanlara bakmamız gerekiyor.



İlk bölümde sesli konuşmayan, sürekli gözlem yapan, babasından artakalan bazı zamanlarda içsel hesaplamalar yapan 21 yaşındaki bir genç çıkıyor karşımıza.


İkinci bölümde şöyle bir cümle kuracak Bernhard:


"Dinleme sanatı neredeyse öldü."


İşte birinci bölümde anlatıcı, tükenmek bilmeyen bir sabırla dinleme sanatını icra ediyor. Bu çoğu zaman zoraki bir dinleme olsa da, sesli bir isyanını duyamayız. Babam şöyle der, babam şöyle dedi cümleleri sizi onlarca sayfada bekliyor olacak. Bazen okurken, yeter artık, diye isyan ettiğiniz bile oluyor çünkü bu kadar uzun bir dinleme sabrını çoğumuz gösteremeyiz. Bernhard ölmek üzere olan dinleme sanatını karakteriyle diriltiyor. İlk bölümde babası, ikinci bölümde de prens konuşacak ve siz tırnak içinde "anlatıcı" ile beraber dinleyeceksiniz. Kendi adıma konuşursam "dinleme sanatı" üzerine aldığım güzel bir ders oldu...


Anlatıcının babası Bundscheck bölgesinde doktordur. Ve anlatıcı ilk bölümde babası ile birlikte hasta evlerine gidecek ve hastalıklı ruhları hem gözlemleyecek hem de babasından dinleyecek. Babası doktor olduğu için sürekli hasta kişilerle ilgileniyor ve oğlunu yanında almak istemese de hayata dair daha iyi yorumlar yapabilmesi için bazen götürdüğüne şahit oluyoruz. Neden götürmek istemiyor?


"Sarsıntı"nın ilk örneği burada çıkacak karşımıza. Doktora göre bu dünyadaki insanlar ne kadar iyiyiz deseler de hepsinin hasta, üzgün ve rol yapan "sahtekarlar" olduklarını söylüyor. Ve bu rol yapan insanların oğlunda kötü etki bırakmasını istemiyormuş, "sarsılabilirmiş" "zayıfmış" ve kendine zarar verecek düşüncelere kapılabilirmiş oğlu..


Bu satırlardan sonra oğlunun babasına karşı söylemleri ile aralarındaki uçuruma şahit olacağız. Yabancılaşma kavramı en yakınımızda, elimizi uzatsak ona dokunacak, onunla yüzleşecek olmamıza rağmen hep başkalarının içinde bulunduğu yabancılıklarla ilgilenmek bizi daha fazla rahatlatır.



Bernhard'ın "Ebeveyn" tutumlarına dair gözlemler çok çarpıcıdır. Ve daha çarpıcı bir ifadesi vardır kitapta:


Prens şöyle seslenecek ikinci bölümde:


"Tıpkı benim gibi kız kardeşlerim de istemeye istemeye büyütüldüler. Babam beni sık sık aksine ikna etmeye çalıştı, annem de. Sonra birden ikisinden korkmaya başladım." Dedi ki" "Sarsıcı olan, insanların çirkinliği değil, fikirsizliği."


Sonra şöyle devam edecek:


"Anne, babasızız. Öksüz ve yetim. Durumumuz bu ve bu durumdan kurtulamıyoruz."


Simgesel "anne baba" varlıkları bize ne katıyor. Sadece açlık duyduğumuz sevgi ve ilgi ihtiyacını karşılamak adına mı seviyoruz anne ve babamızı? Kim annesini gerçekten tanıdığını iddia edebilir? Ya da toplum eliyle eğitim sisteminin dışına atılmış, varlığını üç beş faaliyetle sınırlı bir şekilde bulan annelerin hangisini tanıyor çocukları? Ve siz hiç Annenizi gülerken gördünüz mü? diye sorar Bernhard. Kendi kimliğine erişimine, kendi anne babaları ve toplum yüzünden imkan tanınmayan ve bu durumu kanıksayan anne babamızla olan ilişkimizin ne kadarı "yabancılaşma" kavramını kırabilir diye düşünmeye sevk ediyor bizi Bernhard.



Bernhard'ın "kadın" cinsinin Avrupa'da da, en azından Avrupa'nın taşrasında, geri planda olduğunu satır aralarında belirtiyor. Bu ifadeler çarpıcıdır. Çünkü kadın, erkek müşteri çekmek için meyhanede geç saatlere kadar çalışan bir obje. Ve başka bir erkek tarafından öldürüldüğü zaman gidip bir büyükbaş sürüsünden seçilen bir hayvan kadar değeri olduğunu söylüyor. Ve nereye giderse evlerine hapsedilen kadınları rahatlıkla göreceğini; şiddeti, zorbalığı uygulayan erkekleri göreceğini belirtir. En çarpıcı gözlem ise eşi öldürülen meyhanecinin ağlamasına yöneliktir. Doktor, bu zırlamalar kadın için değil bir "büyükbaş" içindir. Çünkü tekrar gidip sürünün içinden "bekar" "maharetli" bir büyükbaşı bir el hamlesi ile kapıp evine hapsetmek zorundadır. Şansı yaver gider mi diye ağlıyor bu zavallı.


Buna benzer bir kısım Henrik İbsen'in Hortlaklar kitabında geçiyordu. Orada da baba kızını açacağı meyhanede erkek çekmek için yem olarak kullanmak istiyordu. Ve bunun için kızı ikna etmeye çalışıyordu. Dikkat ederseniz 200 yıl öncesi de aynı, 100 yıl öncesi de, 10 yıl öncesi de.



Üzerinde durmak istediğim ikinci kadın figürü Doktorun kızı. Sadece babasının ve kardeşinin gözlemleri ile bize anlatılan bir figür. İntihara meyilli, sürekli bunalımda, babası ve kardeşi ile olan uzaklığı çok sert şekilde ifade edilen bir kadın figürü. Doktorun, kızı hakkında genelde mekanik bir dil kullanması, ona bir hastası gibi yaklaşması, kız çocuğuna şu sözleri yineletmeme neden oluyor.


"Anne, babasızız. Öksüz ve yetim. Durumumuz bu ve bu durumdan kurtulamıyoruz."


Hasta ziyaretleri ikinci bölüm için bir hazırlık demiştik. Bu ziyaretlerden, gözlemlerden sonra asıl bölüme, uzun bir prens monoloğuna hazır hale gelmiş olmalısınız. Yoksa benim gibi birkaç gün ara verip okumaya dönebilirsiniz.


Prens bölümünden bir iki yere değinmek istiyorum. Prens, topladığımız tüm toplumsal aksaklıkları içinde sorgulayan, babası ve oğluyla olan "yabancılaşma" sorununu aşamayan, çevresi ve oğlu tarafından "deli" diye nitelendirilen bir kişidir. O yüzden onun bölümünü bir "deli"nin söylevi olarak okuyacaksınız. Tabii herkesi sarsan bir "deli" nasıl olur, onu da okuyunca göreceksiniz.


Prens onu dinleyen doktor ve oğluna şöyle diyecektir:


"İnsanlar, daha genç yaşta bir işe giriyorlar, sıcak tutan bir elbisenin içine

girer gibi, o elbiseyi hayat boyu giyiyorlar, lime lime bir paçavraya dönene dek, o lime lime elbiseyi tamir ediyorlar, onu astarlıyor, genişletiyor, daraltıyorlar, kendi istekleriyle ya da mecburiyetten ama elbise hep aynı lime lime paçavra olarak kalıyor. Bütün halkların gülünç, lime lime paçavralar içinde dolandıklarını görüyorsun."


İstediğimiz hayatı yaşayabiliyor muyuz? Kim sırtındaki paçavraları tamamıyla çıkarıp özgür olduğunu hissedebilir? Maddi gelirimiz, sosyal hayatımız, varlıklarımız ve yüzlerce paçavra sahibi oluşumuz bize özgürlük sağlamıyor. Sokulduğumuz kalıba hakkını vererek yaşamaya çalışıyoruz biz olmaktan çok öte. "Bütün hayatımız, hayatın en dış sınırlarına yaklaşmaktan başka bir şey değil." diyor Bernhard. Çünkü katıksız özgürlük hiçbir sosyal sınıfta yer almıyor, almayacaktır.


Başka bir yerde şöyle diyecektir:


"Bu sarsıntılardan sadece ben etkilenmiyorum, herkes bu sarsıntılardan etkileniyor. Biz aslında, büyük olduğunu sanmayın, dar bir binada hep beraber yaşıyoruz ve birbirimizden yüz binlerce kilometre uzağız. Birbirimize seslendiğimizde birbirimizi duymuyoruz., Tam bir bunalım derecesine ulaştığımızda birden tekrar konuşmaya, birbirimize yardım etmeye, birbirimizi anlamaya başlıyoruz ve sonra hemen tekrar birbirimiz için en anlaşılmaz hale geliyoruz.''


Kimse bizi gözetlemiyorken koşup kendimize gideriz, diyor Bernhard. Birbirimize olan uzaklığımızın sebebi nedir? Kendimizi sürekli başkalarından üstün görme bencilliği, aptallığı mı? Birbirimizle konuşurken sıraladığımız onlarca yalan ve yanlış mı? Nedir yan odadaki kardeşimizi bize en yabancı kılan? Kendi kimliğimizi anlaşılır kılamama korkusundan ağzımızı mühürlememiz mi? Yalansız insan çabuk yorulur, der Bernard. Ne kadar güzel bir ifade değil mi... Hem kendimize hem de başkalarına saya saya bitiremediğimiz yaşantılar, eylemler, özelliklerin içinden kendimize uzak olanları, kendimize ait olmayanları çekip atsak neyimiz kalır?


Selçuk Baran'ı anmak istiyorum. Bir Solgun Adam romanında baş karakter Mehmet Taşçı yıllardır oturup konuştuğu, dinlediği arkadaşlarını tanımadığını söyler "yabancı" olduklarını söyler. Bu yabancılığı da birbirlerine yalan söylememelerine bağlar. Yalansız insan sade bir insandır. Henüz o kendisini tanımaya çalışmaktadır. Nasıl olur da bir başkası onu tanımaya cüret edebilir. O yüzden, tanıdığınızı sandığınız insanlarla olan tanışıklığınızın ne kadarı yalandan oluşuyor bunu da sorgulayın, der hem Bernhard hem de Selçuk Baran...




"İnsanlar birbirleriyle yürüyor ve birbirleriylekonuşuyor ve birbirleriyle yatıyor ve 

birbirlerini tanımıyorlar. İnsanlar birbirlerini tanısalardı, birbirleriyle yürümez, 

birbirleriyle konuşmaz, birbirleriyle 

yatmazlardı. Sen kendini tanıyor musun? diye soruyorum kendime sık sık."


Bu bana ilgi ihtiyacından kaynaklı doğan sahte ilişkileri anımsattı. Kitleyi ve karşımızdaki insanı tatmin etmek için çok iyi rol oynamaktayız. Çok iyi oyuncularız Bernhard'a göre ve bu dünya bir prova sahnesi, biz de en iyi rolü oynayana kadar provalara devam ediyoruz.

Sonra ekler;


"İnsanlarla münasebet gerektiren her şeyi kestim. Artık sadece münasebet kurmak zorunda olduğum kişilerle münasebet kuruyorum. İş konusunda da olabildiğince az konuşuyorum."


Bunu uygulayan insanlar, en az sahtekar olanlardır. Şahsen ben günlük hayatımda kendimi toplumdan soyutlayarak yaşamaya çalışan biriyim. Kendi kendimi kandırmak yetiyor. İnsanlarla sürekli buluşmak, sürekli konuşmak demek ve konuşmak Bernhard'a göre hakaret etme sanatıdır. Kendi kendinize konuşmak ise daha şiddetli bir hakaret etme sanatıdır. Artık kime hakaret etme sanatını uygulamak isterseniz o size kalmış diyor Bernhard.



"Kendimianlaşılırkılmasorunsalı" başlığını biraz açıp bitiriyorum.


"Yıllarca kendimi anlaşılır kılmaya çabaladım; yaşadığım müddetçe, beni yiyip bitiren bir 'Kendimianlaşılırkılma'dan başka bir şey yoktu. Önce kendimi anne babama karşı anlaşılır kılmaya başladım, kardeşlerime, çocuklarıma, bütün insanlara kendimi anlaşılır kılmak istedim. Şimdiyse kendimi size, oğlunuza anlaşılır kılmaya çalışıyorum."