En son ne zaman içinden geldiği gibi davranarak sonlandırdın bir günü? Saat kaçı gösteriyordu birisine gerçekten güvendiğinde? Hava güneşli miydi mesela, yoksa ayaklarında botlar mı vardı? En son kaç yaşında ağladın sokak ortasında? Hiç mi? Öyleyse duyguların cezaevine hoş geldiniz.


Türk Dil Kurumunun verilerine göre duygu kelimesi ilk 1940 yılında kullanılmıştır. Bu kelimenin kökü -duy’dur. Bazı kaynaklarda kökünün duymak olduğu da söylenir. Yani duygu, kendimize kulak vermektir; içimizdeki hisleri dinlemektir. Dinlemek kısmının altını çiziyorum çünkü çoğumuz içimizdeki hisleri sadece duyuyoruz, dinlemiyoruz. Tüm sorun da burada başlıyor zaten. Nasıl mı?


1) Kargaşa

İçimizde o kadar duygu kalabalığı var ki hangisini dinleyeceğimizi şaşırıyoruz. Duyduğumuz şey sadece uğultu oluyor, hatta bazen bu uğultu o kadar şiddetleniyor ki ne hissettiğimizi unutuyoruz. Ve dikkat ederseniz bu tarz kargaşalar hep en güzel duygularda yaşanıyor. Sevgi, neşe, mutluluk, heyecan. Bu güzel hislerin hep bir gölgeleyicisi oluyor; hüzün, korku, öfke, kaygı gibi... Bu gölgeleri dozunda kullanmadığımız zaman içimiz zifiri karanlığa dönmüş biçimde gezmeye başlıyoruz. Çünkü güzel olan her şeyin üzerine siyah boyalar çalıyoruz. Dümdüz sevemiyoruz mesela ya da öylesine neşeli olamıyoruz. Azıcık gülsek “Kesin başıma kötü bir şey gelecek.” diyoruz, yutuyoruz kahkahamızı. Birini sevmeye kalksak “Ya sonunda üzülürsem“ diyerek vazgeçiyoruz. Neden bu kadar acımasızız? Neden layık görmüyoruz kendimize öylesine mutlu olabilmeyi?


2) Savaş

Bizim en büyük düşmanımız yine biziz. Biz ve bizim çizdiğimiz kalıplarımız.. hissettiğimizi yaşamaktan korkuyoruz. Rutine bindi suratlarımızdaki mimikler, sohbetler..

—Nasılsın?

—İyiyim.

—Sen?

—Ben de iyiyim.

Sorsan hepimiz çok iyiyiz ama psikolog sıraları dolup taşıyor. Ağlamak isteyen birisi, “Ağlarsam güçsüz olurum, kendimi bırakmayacağım.” diyerek gün boyu zoraki gülücükler saçıyor cebinden etrafa. Gün sonunda hatırı sayılır bir yorgunluğu misafir ediyor yüreğine. Aman ne güç ama ha! Kim çıkardı bu ağlamak duygusunun güçsüzlük olduğu kalıbını? Kim bilir belki Kayserilinin birisi çıkarmıştır ileride biriken gözyaşlarını satmak için. Bir yatırım planınız yoksa gözyaşlarını içeride biriktirmek çok kötü bir fikir. Her duygu hissedilmek için var olmuştur sonuçta, değil mi? Biz hissetmek yerine savaşmayı seviyoruz. Her sözde bir anlam arıyoruz. Mesela “Seni seviyorum.” cümlesi. Sanki birisi bizi sadece sevemezmişçesine savaşıyoruz bu kelimeyle. “Kesin işi düştü, yoksa bir yalan söyledi de onun için mi söyledi, neden dedi ki şimdi durduk yere?” Ben tırnağı zor kapattım, varın gerisini siz düşünün. Tüm bunları düşünmek yerine sadece mutlu olsak ya? Sadece sevinsek. Ne güzel olurdu, değil mi?


3) Şartlı Tahliye

İçimizdeki ceza evinden duyguları belirli şartlarla tahliye ediyoruz. Sanki duygular hissetmek, hissettirmek için değil de hissettiğimizi gizlemek içinmiş gibi yaşıyoruz. Halbuki hislerimizi gizleyeceksek ne anlamı kalır bu duyguların?

Çevrenize bir bakın, hatta bu sefer çevrenize değil, içinizdeki cezaevine bir bakın. Tıkış tıkış olan hislerinizi göreceksiniz. Belki birisine hediye almak istediniz ama almadınız, şartınız neydi? “Ya şımarırsa?” Birisine öylesine güzel söz söylemek geldi içinizden ama söylemediniz. Neden? “O bana söylemedi, o söylesin önce...”


Şartlarımız var. Birilerini sevmek için alışveriş listesinden farksız olan listelerimiz var. Güzel olan her hissin önünde cüsseli gardiyanlarımız var. Bu yüzden ruhsuz bakışlarımız, çatık kaşlarımız yüzümüzün daimî misafiri. Hissiziz. Çünkü ağlamak için eve gitmeyi, mutlu olmak için değer görmeyi, diyet için pazartesini bekliyoruz... Mutlu olmak için başkalarının size değer vermesine gerek yok. Ağlamak için evde olmanıza gerek yok. Birini sevmek için onun da sizi seviyor olması gerektiği şartı yok. Diyet yapmak için pazartesini beklemenize gerek yok. İstiyorsanız, hissediyorsanız, sizin için doğru olan zaman tam da o andır. Ertelemek, beklemek sadece yükünüzü artırır.


Önünüzde bir yol olduğunu ve yürüdüğünüzü hayal edin, hisleriniz de yol kenarlarındaki çantalar olsun. O çantaların içine açıp bakmak yerine gerekli şartlar sağlansın, yarın bakarım diyerek yanınıza aldığınızı düşünün. Yoldaki belli belirsiz her çantayı yanınıza almak size yük dışında başka bir şey olmayacaktır. Her yükü yanınıza almak belli bir zaman sonra sizi yoracaktır. Soluklanmak için duraksayıp çantaları tek tek açtığınızda ilk maddede bahsettiğim duygu karmaşasını yaşamaya başlayacaksınız. Ben bunu bunca zaman taşıdım ama bu neydi ki... Ya da ben o an kızdım ama aslında seviyormuşum diyeceksiniz. Yürüyerek geldiğiniz yolu koşarak geri döneceksiniz ama geldiğiniz yere döndüğünüzde zaman geçmiş olacak, kimseyi bulamayacaksınız. Ve çantanızı alıp geri yürüyeceksiniz o yolu ama bu sefer çantanızın adı pişmanlık olacak…


Hayat yeterince zor değilmiş gibi bir de kendimiz yük oluyoruz kendimize. O hisler, duygular bize yaşamı kolaylaştırmak için verildi; zorlaştırmak için değil, bunu unutmayın. İçinizdeki gardiyanların eline bir kâğıt tutuşturun ve görevlerine bir son verin. Kâğıdın üzerine de “Ben artık kendimle savaşmıyorum.” yazın. İçinizden geldiği gibi davranarak tamamlayın gününüzü. Kızmak geliyorsa o an içinizden kızın. Bir şaka size komik gelmiyorsa herkes gülüyor diye gülmeye zorlamayın kendinizi. Bırakın o çanta size uymuyorsa kalsın yolun kenarında. Her yükü omuzlamayın. Dünya büyük, omuzlarınız küçük. Kim bilir daha nice çantalar göreceksiniz, istiflemeyin.


Af çıkartın bugün içinizdeki cezaevine, kırın duyguların önündeki zincirleri. Affedin kendinizi. Ve hatta sürçü lisan etmişsem beni de affedin.

Kalın sağlıcakla.