Yirmili yaşlarımın başındayken aldığım bu kitabı ilk defa o zaman okumaya çalışmıştım. İçine alamadığını düşünüp yine de zorladığımı hatırlıyorum. Bu büyük bir haksızlıktır. Bırakabilmeyi ve zamanının gelmesini beklemeyi öğreniyor insan yaş aldıkça. Bulantı, derin bir okuma gerektiriyordu. Yirmi beş veyahut yirmi dört yaşımda dedemlerin yazları gittiği köye ben de gitmek istedim. Şehir çoğu zaman zorbadır. Ulaşılabilirlik de zorbalığa dahil. Bu bunaltı artık uzaklaşmam gerektiği sinyallerini vermeye başlamıştı. Yanıma sadece bir kitap almıştım. Bulantı. Yolda da hiç okumadım. Tek düşündüğüm bu kitabı okumaktı. İlk günün ertesi, sanırım yine böyle bir temmuz günüydü. Sıcaktı. Köyün sessizliği, vurdumduymazlığı, olabildiğince sadeliği içinde, boşluk duygusuyla ya da hiçlik de olabilir, sürükleniyordum. Bir oda vardı. Odanın içinde duvardan duvara bir perde vardı. Perdenin arkasında yorgan ve battaniyelerin olduğu, onları kaldırdığında duş alabildiğin bir yer, yaklaşık elli yıllık bir koltuk ve küçük eski ahşap bir sehpa vardı. Eski bir pencerenin dibindeydi koltuk. Oturup okurken toprak sokakta hiçbir şey olmayışını pencereden görebiliyordum. 


Okumaya başladım. Sanki daha önce hiç zorlanmamışım gibi beni içine çekti. Sayfalar ne hızlı ne yavaş geçiyordu. İstemiyordum da. Çünkü anlamak istiyordum. Varoluşun ne demek olduğuna, hiçbir dine ve dinsizliğe varmadan bu taraftan bakmak istiyordum. Kafka ve Camus okumuştum. Camus’nun hiçliğin karşısına koyduğu umudu biliyordum. Sartre bambaşka bir şeyden ‘çıplak hiçlik’ten bahsediyordu. Roquentin karakteriyle karşımıza çıkan bu felsefi roman, hiçliğin duyumsanmasını anlatıyordu. Bir bulantıyla başlayan varoluş sancısı. Hiçlik. 


“'Ben' deyince bir boşluk duygusuna kapılıyorum. Öyle unutulmuşum ki, kendimi iyice hissetmek elimden gelmiyor. Benden kalan bütün gerçeklik, var olduğunu hisseden varoluş sadece. Yavaş yavaş esniyorum. Kimse, hiç kimse için! Antoine Roquentin ne ki? Soyut bir şey o… Pırıl pırıl, hareketsiz, bomboş bir bilinç, duvarların arasına konulmuş, kendi kendine sürüp gidiyor. Kimse yok bu bilincin içinde artık. Biraz önce birisi ben, benim bilincim diyordu. Kim? …Kimsenin olmayan duvarlar ve kimsenin olmayan bir bilinç kaldı geriye. Hepsi şu: duvarlar ve bu duvarlar arasında bir kişiliğe bağlı olmayan canlı, ufacık bir saydamlık.” (s:249)



Roquentin sokaklarda dolanıyordu. Ben de köyün boşluğunda bir şeyler arıyordum. Hiçliği duyumsayabilir misiniz? Varoluşunuzun ağırlığını bir örs gibi sırtınızda taşıdığınızı hissetiniz mi? Anlaşılabiliyor mu bu durum? “Roquentin için varoluş temelsiz ve nedensizdir. Bu noktada bulantı hissi varlığından, varlığının hiçliğine kayar.” diye yazıyor Suzan Nur Basarslan, Bulantı kitap incelemesinde. Tam bu anda çok farklı bir hal yaşar diye devam ediyor. “At kestanesinin köküydüm ben. Ya da daha çok, onun bilinciydim tepeden tırnağa. Yine de ondan ayrıydım(çünkü bunun bilincindeydim), ama onda kaybolmuş, onunla tek bir gövde olmuştum.” (s:196) 


Bu kısmı okuduktan sonra dışarı çıktığımı hatırlıyorum. Bomboş etrafa bakıp bahçede büyüyen nanelere, küçük küçük çıkmış domateslere bakıyordum. Roquentin olamazdım. Sartre kadar bunu yaşayamayacağımın bilgisi içimde dolanıyordu. Eski kocaman tahta kapıyı açıp yürümeye başladım. Kerpiçten evler vardı. Duvarları yıkılmış, içinde kimsenin olmadığı evler. Ormana doğru açılan yola doğru yavaş adımlarla ilerledim. Hiçlik. Hiçlik. İçimden sadece bu kelimeyi geçiriyordum. Hava kapalıydı. Yağmur bir yerlerde yağıyordu. Kokusu köye kadar gelmişti. Hiçlik. Bedenden, zihinden, benlikten tamamen arınmış bir yok olma hali miydi? Ölüm müydü? Varlık. Var olmak. Yaşam mıydı? At kestanesinin bilinci miydim? Midem bulanıyordu. Bütün ağaçlar aynı gibi gelir ya insana, öyle uzun ağaçların peş peşe dizildiği ormanda kaybolmak üzereydim. Yoksa boyumdan büyük bir düşünme işine mi girmiştim?Midem bulanıyordu. Sağlığımdan bağımsız bir biçimde başka bir bulantı. 



O yaşadığım anlarla uyandım bugün. Bulantı. Gün boyu takip eden bulantı. Sonra Roquentin'in hayalimde canlandırdığım yüzünü hatırlamaya çalıştım. Romanın incelemelerini okudum. Romanı açtım biraz okudum. “Kişioğlu hikayecilikten kurtulamaz, kendi hikayeleri ve başkalarının hikayeleri arasında yaşar. Başına gelen her şeyi hikayeler içinden görür. Hayatını sanki anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır… Ama ya yaşamayı ya da anlatmayı seçmek gerek… (s:67) Yaşarken başımızdan hiçbir şey geçmez. Dekorlar değişir, kişiler girer çıkar yalnız. Başlangıçlar da yoktur; günler anlamsız bir biçimde birbirine eklenir durur; sonu gelmez, tekdüze bir ekleniştir bu… Başlangıç olmadığı gibi, son da yoktur. Bir kadın, bir dost, bir kent, bir kere de terk edilemez. Hepsi birbirine benzer zaten.(s:68)”


Bitmeyen bir bulantı.