İnsanın en büyük sınavı kendisiyle. Bitmiyor nefes aldığın müddetçe. Yazılıdan geçtim sanıyorsun, bir anda sözlüye kaldırıyor seni kendin. Sordukça soruyor. Sonsuz sayıda sorular; seçeneksiz, açık uçlu, doğru cevabı bulunmayan…


Her şeyin yanıtı sende oysa. Henüz keşfedemediğin bölgelerinde. Neden, diyorsun, neden bu denli saklıyorum ki? Kimden, öte yandan? Sınav mı aramızdaki savaş mı? Sınavsa razıyım. Kopya çekerek geçsem bile yeni şeyler öğrenirim. Peki, ya savaşsa? Savaşların kazananı olur mu hiç? Olmaz. Olmayacak.


Sonsuz sorular, demiştim değil mi? Bir yenisi daha eklendi: Sınav mı savaş mı?


“Yüreği soğuyanın savaşı biter,” demiş Sezai Karakoç. Yüreğim soğumak bilmediğine göre, savaş benimkisi. Arenada rakip yok üstelik, aynadaki esrarengiz yüz dışında. Aslını asla göremeyeceğimiz tek yüz kendimizinkidir ya hani, bence bu fizik kuralı ruhumuz için de geçerli. Asla tanıyamayacağız şahsımızı, asla gerçek bir bilme yaşanmayacak. Zaman zaman birtakım duygu ve de davranışımızı tanımlayabildiğimizde ya da adımlarımızın sebebini idrak edebildiğimizde, sanacağız ki çözdük içimizdeki devi, artık biliyoruz her gizini. Büyüdük ya güya. Yetişkiniz artık. Her şeyin en doğrusuna muktedir canlılara dönüştük. Laf! Kaç yıl yaşarsak yaşayalım, nelere maruz kalırsak kalalım; olmayacak. O sır açığa çıkmayacak.


Neden çıksın diğer yandan? Çıkmaması mı acaba hayatı “hayat” yapan? Sonunu bildiğin bir filmi tekrar izlemek gibi mi olur ki aksi? İzleyelim. Ne olur? Sayısı bir elin parmaklarını geçmese de tekrar tekrar izlediğimiz filmler, okuduğumuz kitaplar yok mu? Belki seveceğiz. Öyle seveceğiz ki her satırını ezberlediğimiz halde yine okuyabileceğiz. Bir yolu olsa keşke; hayatı “hayat” yapan şeyin “bilinmezlik” olmadığı bir seçenek… Belirsizlik diye bir sözcüğün yaratılmadığı… Duyan kişilerin “O ne?” diyerek şaşkın şaşkın baktığı… Türkçe’de bir paragraf boyu anlatılan bazı duyguları tek sözcükle karşılayan Almanca ya da Japonca kelimeler vardır ya hani, bu dillerde dahi karşılığı olmasın “belirsizliğin.”


Gerçekten de Fatmasya’da yaşasaydık, benim karakterlerimin zihninde herhangi bir şey canlanmazdı bu kelimeyi duyduklarında. Yaşasa mıydık? Daha mı katlanılır bir yerdir orası? Daha mı kolaydır kendimizle barışmak orada? Sanmam. Fakat dilerim. Umut ederim. Bir yerlerde vardır belki. Düşlerimde gittiğim evren orasıdır, kim bilir? “Düşlerin kâşifi” diye çıkmadım mı bu yola? Eğer öyleyse ben rüyalarımdaki evreni istiyorum. Orada daha mutluyum çünkü, daha istediğim gibi yaşamımın detayları. Kurgulamama izin veriliyor. Yönlendirebiliyorum. Oysa burada hiçbir şey kontrolümde değil. Boğuluyorum.


Savaş mı sınav mı?


Varamadım yine bir karara. Ne olduğunu bilmiyorum fakat daha çok yıpranacağım aşikâr. Nedense savaş gibi hissediyorum. Fakat insan kendinden korunmak için nasıl bir zırh giymeli bilmiyorum. Yüreğim soğumuyor, savaşım bitmiyor. Zırhım yok. Savunmasızım. Geleceğim “belirsizlik”in insafına kalmış.