Bugün ölüyor olabileceğimi öğrendim. Konu birden bire buraya nasıl geldi açıkçası tam olarak bilmiyorum. Tatil için geldiğim şehirde bir iki gün dolaştıktan sonra, bir sabah uyandığımda, vücudumda beliren bir yumru dikkatimi çekti. Yüzümün yansımasını izlerken her zamankinden daha simetri yoksunu hissettim. Tam burnumun kaşımla birleştiği yerde duruyordu. Neyse ki burası büyük bir şehirdi. Üniversite hastanesinden bir randevu aldım ve bir günümü bu sevimsiz yumru için harcamanın siniriyle hastanenin yolunu tuttum.



Yön bulma duygum çok zayıf olduğu için olabilecek en aksi taraftan hastaneye girmiş bulundum. Hızlıca yolumu bulmak için görevliye danıştığımda bu binanın onkoloji hastalarına hizmet verdiğini, benim gitmem gereken yeri ve nasıl ulaşabileceğimi anlattı. Girişe bu kadar yakınken çıkıp bir sigara içmeyi düşündüm. Geldiğim yönde ilerlerken gözüm içerideki kalabalığa takıldı. Ne kadar çok hasta insan vardı. Kentin nüfusu milyonu bile değildi ama içeride neredeyse milyon tane hasta var gibiydi. Bahçede bir sigara yaktım, hava yaz havası gibi güneşliydi ama Ocak ayında olduğumuz için soğuğu iliklerimde hissedebiliyordum.



Doktor beni kabul ettiğinde öğle saatleriydi. Eski püskü bir odası ve mavi bir muayene koltuğu vardı. İçeri girdiğimde eliyle nereye geçmem gerektiğini gösterdi ve ne şikayetim olduğunu sordu. Bir süre beni inceledikten sonra tekrar masasına oturdu ve ellerini masanın üstünde kavuşturdu. “Öncelikle geçmiş olsun. Bu tip bir kitleyi yüzeysel olarak tanımlamak ve size net bir şey söylemem olası değil. Geçmişte buna benzer bir rahatsızlık geçirdiğinizi söylüyorsunuz. Demek ki kötü huylu bir tümör değilmiş ki hala buradasınız. Ancak bu kitleye de önce bir görüntüleme yapıp ne olduğunu kestirmeden bir iğne batırarak kurcalayamam. Moralinizi bozmak istemem. Hiçbir şey de çıkmayabilir, ancak hızlıca müdahale etmemiz gereken bir durum da olabilir. Size bu gerekli tahliller için bir randevu almanızı öneririm, zira ben gerekli işlemleri başlatıyorum.” Dedi. Henüz kendi durumumun farkına varmamıştım. Buraya seyahat için geldiğimi ve kısa süre içerisinde ayrılacağımı söylediğimde yaşadığım şehirdeki hastaneye en kısa sürede gitmemi, oradaki doktorun da aynı şeyleri isteyeceğinden bahsetti. Herhangi bir ilaç vermedi. Teşekkür edip odadan ayrıldım.



Hastaneden ayrılmadan önce tuvalete uğrayıp bir süre vücudumdaki bu yeni parçaya baktım. Bu garip şişkinlik öylesine bir doku da olabilirdi, beni sonsuzluğa gönderecek bomba da. Yüzümü yıkadıktan sonra hastaneden ayrıldım. Hava sabahkine oranla daha yumuşamıştı. Arabamla bir miktar gittikten sonra biraz yürümeye karar verdim.



Şehir oldukça eski bir şehirdi. Bir zamanlar Osmanlı imparatorluğuna başkentlik yapmıştı. Eski mahallelerinde ahşap evler arasında bir süre dolaştım. Doğduğum hastane yakınlarda bir yerdeydi. Telefonumdan hastanenin konumuna baktıktan sonra yürüyerek bu hastaneyi ziyaret etmeye karar verdim. Ahşap hastane yerinde sapasağlam duruyordu. Sadece çocuk polikliniği olarak hizmet veriyordu. Bundan 15 sene önce şehrin dışında modern ve görkemli bir bina olarak hizmete geçmiş yeni bir binası vardı. Eski yapının karşısında bir süre durdum. Bir sigara yaktığımda aklıma doğduğum ve ölüm haberimin aynı şehirde almış olmanın gerçekleşme ihtimaline aklım takıldı. İşi daha da tuhaf kılan ise bu şehirde hiçbir zaman yaşamamış olmamızdı. Ailem bu ile yakın bir kasabada yaşıyordu ve varlıklı insanlardı. O yıllarda kasabamızda özel hastane olmamasından ötürü burada doğmama karar vermişlerdi. Ve bugün sadece biraz can sıkıntımdan kurtulmak için buraya gezmeye gelmiştim. Doktora gözükmek de tamamıyla ani vermiş olduğum bir karardı. Sigaramı yere atıp arabaya doğru yola koyuldum.


Arabayla bir süre caddelerde dolaştıktan sonra bir alışveriş merkezinde durdum. Sırasıyla mağazaları gezip dikkatimi başka yöne çekmeye çalışıyordum. Birkaç parça kıyafet almaya karar verdim ve rastgele bir dükkana girdim. Mağazanın her yanı spot lambalarla aydınlatılıyordu. Dışarıdaki havadan daha aydınlıktı. Bu dev lambalar insanın üzerine korkunç bir ısı da vuruyordu. Bir süre pantolonları inceledim. Mavi bir kot pantolon, bir tane daha aynı renkten pantolon, gri ve siyah. Renkler birbirinin aynı olmasına karşın hepsinin fiyatları ve onlara verilen isimleri değişiyordu. Ayırt etmek imkansızdı ama yine de vardı bir bildikleri. Pantolonları geçtikten sonra kazakları incelemeye başladım. Onların da rengi değişiyor, kumaşları ve desenleri birbirine karışmış, sıra sıra askılara yerleştirilmişlerdi. Reyonların arasında bir aynaya denk geldim. Sakallarım uzamıştı ve çelimsiz gözüküyordum. Bundan birkaç yıl önce yüz kilo kadardım. Dün tartıldığımda ise yetmiş yedi kiloya kadar düşmüştüm. Duruşumu biraz daha dikleştirmeye çalıştım. Düz siyah bir pantolonum vardı. Kazağım da hiçbir desen olmayan gri bir kazaktı. Neden bu kadar sade giyindiğimi düşündüm. Kendimi bildim bileli hep böyle baskısız ve tek tip giyinirdim. Birden yan reyondan rengarenk bir kazak aldım. Farklı bir şeyler denemek istedim ama sonra niyeyse vazgeçtim. Hiç bir şey almadan mağazadan ayrıldım.



Şehirde üniversitenin konservatuar öğrencilerinin konseri vardı. Bir restoranda biraz atıştırdıktan sonra konserin olacağı binayı aramaya koyuldum. 


Konser güzeldi. Küçük gruplar halinde öğrenciler Schubert’ten, Vivaldi’den ve Mozart’tan parçalar çaldılar. Sonra bir genç tek başına piyano ile Bach çaldı. Klasik müziği severdim ama bütün gece hiçbir şey hissetmedim. Sonuçta duyularım hala çalışıyor olsa da çok da uzun olmayan bir süre içerisinde çalışmayı bırakabilirdi. Aklıma neden bilmiyorum Epikür’ün meşhur sözü geldi: “Biz varsak ölüm yoktur. Ölüm geldiğinde ise biz yokuz.” Madem bu söz doğruydu da o zaman ben neden sürekli ölümü düşünüyordum? Epikür haksız olabilirdi.


Gece kalacağım otele giderken markete uğradım. Baharatlı cips ve birkaç bira aldım. Tam otele varmak üzereydim ki birden fikrimin değiştirip yolun kenarındaki parka oturmaya karar verdim.


Hava soğuktu ama umursamıyordum. Bir daha böyle bir parkta oturup bir şeyler içemeyeceğim düşüncesi beni ele geçirmişti. Kendimi otele kapatmanın elle tutulur bir tarafı yoktu. Bir süre titreyerek bankta oturdum. Hava karanlıktı ve etrafta pek insan yoktu. Demir lambalar bankları ve düzgün kesilmiş çimleri yarım yamalak aydınlatıyordu. Cipsimi çok ses çıkararak yemiş olmalıyım ki bir süre sonra yanıma bir kedi geldi. Siyahtı. Gözleri sarının güzel bir tonuydu. Bacaklarıma süründü bir süre. Kuyruğu dik bir şekilde ağır ağır bacaklarımın arasında sonsuz tur atıyordu. Bir süre onu sevdikten sonra ona cips attım. Biraz kokladıktan sonra yemedi. Kediyi incelerken bir an aklıma Schrödinger’in kedisi geldi. İşte durumumu açıklayan yegane örnek buydu. Ben Schrödinger’in kedisiydim. Ne ölü, ne de yaşayan bir beden. Bana ne olacağını ancak ben istersem, yani kutuyu açarsam öğrenecektim. Kutu kapalı kaldığı müddetçe hem ölüydüm, hem de hayattaydım. Durumumu açıklayabildiğim vakit rahatlamıştım. Banktan kalkıp otele geri dönmeye karar verdim. Acaba otelde evcil hayvanlara müsaade ediyorlar mıydı? Bir kutunun içinde olmak koşuluyla elbette.