Geceler uzun bir zamandır gündüzlere nazaran daha renkli benim için. Tabii bir büyükşehirde oturuyor olmamın, İstanbul’da oturuyor olmamın etkisi olabilir bunda. Las Vegas’ta otursam da aynı şeyi derdim ama Las Vegas ve İstanbul aynı kefeye sığacak veya aynı trende yan yana oturacak iki şehir değil tabii. İstanbul’un deri kanseri gibi bir beton kanseri sorunu var uzun zamandır ve bu betonlar üstlerine hangi rengi kuşanırsa kuşansın, oluşturdukları manzarada griden başka renk seçilemiyor. Tabii bazı istisnalar var ama genel olarak, gündüz gözüyle görebildiğim tek şey griler ve grilikler; çünkü yalnızca gri renkler ile de bir estetik görüntü yakalanabilirdi.


Altlarındaki griliği hiçbir renkle kapatamayan binalar yapılmadığı zaman ne yapılıyor ki? Gökdelenler. Eskiyi övme akımından bir pay alarak, eski gökdelenleri övmek istiyorum. Bence eski gökdelenler, betonla ne kadar estetik olunabileceğinin bir göstergesiydi. New York bu konuda akla ilk gelen şehirlerden biri. Artık New York’ta da diğer şehirlerde de, yapılan yeni gökdelenler camdan bir deriyle karşılıyor bizi. Bu şekilde de bir estetiklik yakalansa da daha çok büyütecin altında mahsur kalan karıncalar gibi biz güneş ışığına yakalanıyoruz onlar sayesinde. Gökyüzüne bakmak isterken o camdelenlerin yüzeyinden yansıyan güneş ışığı, tersten yapıştırılan bir tokat etkisi yaratıyor insan suratında.


Aslında anlatmak istediğim şeyle gökdelenlerin çok bir alakası yoktu. Ancak hazır girişini yapmışken boş bırakmak istemedim.


Geceleyin bir şehrin daha renkli olmasının tek bir mantıklı açıklaması olabilir, suni ışıkları. Önümüzü görebilmek için yaktığımız sokak lambalarından ziyade gösteri ve reklam için kullanılan o ışıklar. Şehirlerin artık yeni makyajı, yeni boyası bu tarz ışıklarla oluşmakta uzun bir zamandır. Birçok ufak işletme dahi o birbirinin aynısı, kayar yazılı kırmızı led tabelalar ile süslüyor dükkanlarını. Çocukluğumdan beridir o yazılar o tabelaya nasıl kaydediliyor, hangi yazılım kullanılıyor ve bilgisayara hangi kablo ile bağlıyorlar merak ederdim. Cevabımı alamadım.


Işık gürültüsü denen şeyi keşfettiğimde şoke olmuştum. İnsanlığın, ışığın bile gürültüsünü yapabilecek kapasitede bir varlık olduğunu düşünmemiştim o zaman. Daha çok, gürültünün ses ile bağdaşık kullanılan bir kavram olmasından ötürü görüntü olan ışık ile gürültüyü bağdaştıramamıştım. Tüm ışıkları açtığımızda şehirde duyamadığımız bir ses mi yankılanıyordu? Her sokak lambasının farklı farklı sokak şarkıları mı vardı? Sokak lambaları neyse de, o kırmızı ledli tabelalar insanın gözüne gözüne bağırıyor gerçekten.


İkisi de büyük bir trajedi aslında. Gündüzleri betonlarla boyanan gri bir tablo görmek ve geceleri de ledlerle süslenen parlak bir tablo görmek; ikisi de birer hastalık gibi.


Şu arttırılmış gerçeklik içeren gözlükleri heyecanla bekliyorum, böylece reklamları gözlüğün camından görebiliriz ve gerçek gözümüze reklamsız, tabelasız şehirler kalır. Tabii firmalar hem gerçek gözümüze hem de gözlüğe reklamları döşeyip reklamsız bir şehir deneyimi için bizden aylık abonelik sistemiyle para istemezlerse. Böyle de fikir vermiş gibi oldum ama olsun, benden önce zaten düşünmüşlerdir.


Bu betonlar ve bu ışıklar beni neden rahatsız ediyor? İşime yarıyorlar aslında. Onlardan şikayet etmemem gerekir değil mi? Betonlar sayesinde, içerisinde işime yarayacak birçok fonksiyon barındıran yapılar var oluyor. Suni ışıklar sayesinde de hem gösteriler süsleniyor hem yön bulmak kolaylaşıyor vesaire. Neden şikayet ediyorum bunlardan peki? Çevremde bu konuda hep şikayetler dile getirildiği için mi? Betonu savunanların, içinde olduğum grup tarafından karşı tarafa itiliyor olmasından mı? Bilmiyorum…


Bence artık tabutları da betondan yapmalıyız. Zaten hayatlarımızı alt tarafı altı tarafı da beton olan yapılarda geçiriyoruz. Tabutlar da betondan olunca böylelikle cesedimiz de yabancılık çekmemiş olur. İnsanın özü toprak olduğu için öldüğümüzde toprağa karışmak, bittiğimiz yerde bitmek hem uygun hem de şiirsel olsa da… şunu düşünmeden edemiyorum; bizim özümüz hâlâ toprak mı? Bence onu bir noktada betona, daha da beteri, plastiğe bıraktık. Modern deyince aklımıza hep böyle keskin, soğuk tasarımlar, metalimsi renkler gelse de bence modern dünyanın öz maddesi plastik. Evler beton, gökdelenler cam, ışıklar led, teknoloji metal olsa da günümüz dünyasına bakınca aklıma plastik geliyor, beton ve metale kıyasla.


Şu an size bu yazıyı ulaştırmak için kullandığım klavye ve fare de plastik bir dış cepheye sahip. Birçok telefonun sırt kısmı plastik, çocuk oyuncaklarının çoğu plastik. Belki de ben de çocukken plastik oyuncaklarla oynadığım için, dünyayı oyuncaklar vasıtasıyla tanımaya başlarken sürekli plastikle etkileşimde olduğumdan böyle bir izlenime kapılmışımdır. Bunun cevabını bilemeyeceğim. Zamanda geriye dönüp o zamanki ben ile röportaj yapsam bile alacağım tek cevap, yeni oyuncağın ne zaman alınacağı olurdu muhtemelen.


Geceler, gündüzlerden daha renkli hâlâ benim için. Ancak ikisi de bende aynı duyguları uyandırıyor. Ne yerden göğe tüm ihtişamıyla yükselen yapılar ne de gözümü kör etmek için uğraşan ışıklar beni etkiliyor artık. Bir deprem veya bir elektrik kesintisiyle tüm bu gösterilerin fişi çekilebiliyor kolaylıkla. Heyelanlar ile de ağaçlar devrilebiliyor ama ben onu hep ağaçların “Ay toprak kayıyor, düşeyim de biraz uzanayım,” dediğinden devrildiğini düşünerek olaya iyimser yaklaşıyorum. Ancak düşene vurmayı, ayakta olana vurmaktan daha çok seven canlılar olarak devrilen ağaçları affetmiyoruz.


Acaba ağaçları keserken gövdelerinin içinden sıvılar fışkırsaydı, insan bedeninden yayılan kanlar gibi, aynı soğukkanlılıkla ağaçları kesebilir miydik? Keserdik tabii, kimseyi kandırmaya çalışmaya gerek yok. Kurgu kitapları boş versek bile, test kitapları için ağaçları kesmemiz gerekirdi. Ülkede en çok okunan kurgu eser Türkçe paragraf soruları sonuçta.


Gündüzleri en iyi ressam, geceleri de en iyi müzisyen olan tabiat.


Tasarımda ve müzikte hep onu geçtiğimizi düşünüyoruz, ta ki beton havuzumuzdan çıkana kadar. Ha beton havuzuna döndüğümüzde aynı düşünceyi gütmeye devam ediyoruz. O da bambaşka bir konu noktası…