Bir devleti yücelten ya da zehirleyen, yalnızca yönetim şekli değil; sarayın duvarları arasında işlenen o görünmez kaderlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun kudretli sultanı Kanuni Sultan Süleyman’ın gözbebeği Şehzade Mustafa’nın hikâyesi, Osmanlı tarihinin bu karanlık yönlerinden birini gün yüzüne çıkarır. Cihan padişahı olarak anılan bir babanın oğlu, geleceğin hükümdarı olmaya namzetken, “ihanet”le suçlanarak boğdurulmuş, saray entrikalarının en çetin düğümlerinden biri haline gelmiştir. Mustafa, bir ihaneti mi haykırıyordu yoksa devletin paslı çarkları arasında ezilen bir mazlum muydu?


Şehzade Mustafa, cesareti, zekâsı ve babasına olan sadakatiyle bilinen bir şehzadeydi. Kanuni Sultan Süleyman’ın en büyük oğlu olarak Amasya’da sancak beyliği yaparken, halk arasında “geleceğin padişahı” olarak anılmaya başlamıştı. Sancakları, yalnızca yönetmekle kalmıyor, şefkati ve dirayetiyle halkının gönlünde taht kuruyordu. Fakat, tarih bize her büyük iddianın gölgesinde bir iktidar savaşının olduğunu da hatırlatır. Sultan Süleyman’ın gözünden kaçan bu parıltı, sarayın soğuk duvarları ardında giderek bir tehlike olarak yorumlanıyordu. Sarayın içindeki kıskançlıkların, entrikaların ve derin siyaset anlayışlarının odağına yerleştirilen Mustafa, adım adım bir ihanete sürükleniyordu.


Osmanlı’da taht, babadan oğula değil, gücü ve kudreti kendinde toplayabilen şehzadeye devredilirdi. Ancak Mustafa’nın gücü, tahtın diğer varisleri için bir endişe kaynağıydı. Bu endişeyi en çok hisseden ise sadrazam Rüstem Paşa olmuş, zekice işlenmiş bir planla Kanuni’yi oğlunun bir isyan hazırlığında olduğuna inandırmıştı. Rüstem Paşa, Mustafa’nın kendi hırsları uğruna tahtı devralmaya çalıştığını, askeri birliklerin gönlünü kazanarak orduyu ele geçirdiğini, bu nedenle Sultan Süleyman için bir tehdit oluşturduğunu iddia etti. İşte burada, bir baba ve bir hükümdar olarak Sultan Süleyman’ın içine yerleşen o zehirli kuşku, imparatorluğu sarsacak bir trajediye yol açtı.


1553 yılının bir sonbahar günü, Nahcıvan Seferi sırasında Kanuni Sultan Süleyman, oğlu Mustafa’yı huzuruna çağırdı. Askerler arasında fısıltılar yayılıyor, Mustafa’nın akıbeti merak ediliyordu. Fakat Mustafa, onurlu bir Osmanlı şehzadesine yaraşır şekilde, babasının çağrısına karşılık verdi. Yüreği bir ihanet düşüncesine asla yataklık etmezken, adımları onu sonsuz bir karanlığa sürüklüyordu. O çadıra girdiğinde, ona hain damgasını vuracak bir dram çoktan yazılmıştı; boğulduğunda ise yalnızca nefesi değil, halkının umutları da kesilmiş oldu.


Ancak asıl mesele şudur ki; halk, Mustafa’yı bir hain olarak mı anmıştı, yoksa ona duyulan sevgi daha da derinleşmiş miydi? Osmanlı halkı, Mustafa’nın ardından yıllarca ağıtlar yaktı, onu vatanına sadık bir şehzade olarak hafızasında yaşattı. Sarayın soğuk taşlarına kurban edilen bu genç şehzade, halk arasında “mazlum şehzade” olarak anılmaya başlandı. Dönemin ünlü şairi Taşlıcalı Yahya Bey, onun için yazdığı mersiyesinde şöyle der: “ Meded meded bu cihanın yıkıldı bir yanı,

Ecel celâlîleri aldı Mustafa Hanı.” Bu dizeler, Mustafa’nın ölümünün halk üzerinde bıraktığı derin acının bir yansımasıdır. Bir babanın evladına duyduğu güvensizlik, tarihin en unutulmaz trajedilerinden birine dönüşmüştür.


Bu trajik hikâye, aslında iktidar yolundaki ince iplerin nasıl ustaca kesildiğini, sadakatin, sevginin ve güvenin nasıl birer tuzak haline getirildiğini gözler önüne serer. Şehzade Mustafa, ne salt bir hain ne de bir başkaldırandır; o, sarayın ve hırsın yarattığı bir trajedinin mazlumudur. Tarih, bazen kazananı ölümsüzleştirirken, kaybedenin öyküsünü acı bir ibret levhasına dönüştürür. Bu levhada yazan, yalnızca Mustafa’nın değil, gücün sınavını veremeyen her dönemin trajedisidir.



Tulundı mihr-i cemâli, bozuldı dîvânı

Vebâle koydılar âl ile Âl-i Osmânı.



“İlâhi! Cennet-i Firdevs ana durağ olsun,

Nizâm-ı âlem olan Pâdişah sağ olsun!”