Sırasıyla, günlük rutinleri sekteye uğratan bir patlama, bir iki kişiyle başlayıp büyüyen bir uğultu, birbirine iyice sokulan bir kalabalık, sonra hepsini öteleyen polis kordonları, betona sürtünürken eksilen tebeşir…  


Tebeşirden biraz önce gazete kağıtlarına sarılmış biri, spor ve magazin sayfalarının altında hareketsiz bir beden, sayfaları arada bir aralayan kısacık bir esinti, durmuş bir kalp, artık inip kalkmayan bir göğüs kafesi, ertesi gün örtündüğü gazetelere çıkacak birinin sessizliği…


Sokağı dolduran robotik sesler, bir ölüm haberinin cızırtılar içinde yer değiştirişi, bir susup bir konuşan telsizler, her biri bozuk, her biri öte dünyalardan duyulan bir varlık gibi...


Hepsine tepeden bakan bir mutfak penceresi, bir aileyi gizleyen perdenin usulcacık kıvrılışı, perçemli küçük bir yüzün camın berisinden bakan gözleri, boğazdaki yumrunun ağır mı ağır inişi…


Ve korku, bir odadan ötekine koşturan, yüzyıllık eşyayı öfkeli bir yüz gibi çarpıtan; yaş, bulanık bir perdenin ardından dünyaya baktıran. Ve koştu, ayak serçe parmağında sancıdı dünya, apartmanlardan içre bir acı, kimse duymadı, anlatmaksızın tutup attı kendini toplanmış bir yatağa.


Kıvrıldı, cenin olup büzüldü tanık. Olanca ağırlığıyla yatağa gömüldü. Ki hafifti epey, çamura yatsa dahi kendinden içre göçmezdi toprak. Kısacık ömründe yalnızca birkaç yüz gördü. Pencerenin ardında gördüğü ise hiçbirine, annesinin ya da babasının uykularına, filmlerde gözleri huzur içinde kapanan adamlara benzemiyordu. Çocuk kitaplarında okuduğu, bölüm sonlarına denk gelen ölümdü bu. Bir daha esamesi okunmayan, yolun bir yerinde yiten ve unutulan ölülerden biri.


Unutamıyordu… Sokaktaki kalabalık dağıldı, iş çıkış saatlerinde korna ve ayak sesleri yankılandı sokakta, balkona kurulan sofralarda çatallar tabaklara vuruldu ve evde anne babayla oturulan akşam yemeklerinde upuzun susuldu.


Artık uykudan korkuyordu. Niçin gecenin içinde dahi karanlığı aranırdı gözler? Ve niçin her uykuda tekrar ve tekrar boy verirdi unutulması gereken tüm imgeler? Polisler, gazete kağıtları, telsiz sesleri… Geçmişte bir ana takılıp kalmış şimdi; birbirine eklemlenip bir kara deliğe büyüyen günler…

Öğretmeni apak bir tahtanın önüne çağırdı onu, siyah bir kalem uzattı. Al, tahtaya çiz yaşadığın yeri… Bakkallar, kasaplar, parklar ve bir mahallenin kuşbakışı, soğuk mu soğuk bir hali… En son bir kare çizdi sokaklardan birinin ortasına. Çizdiği öteki yapılardan daha küçük ve onlar gibi köşeli.


Okul bitti. Sırtında kendi kadar ağır çantası, o sokaktan geçmemek için eve dönen yolu uzatırken durdu. Gerisingeri dönüp haftalardır ayak basmadığı topraklara girdi. Ölüden geriye hiçbir şey kalmamıştı. Yalnızca o vakit yere çizilmiş siluetten yarım yamalak birkaç çizgi. Kalemliğinden bir tebeşir çıkarıp kalan çizgileri karelere tamamladı. Sonra bir, iki, üç…


Çantasını kenara bırakıp yerden aldığı bir taşı karelere fırlattı. Tekrar ve tekrar. Günlerdir onu yalnız bırakmayan bir ölünün kalıntıları üzerinde tek ayak tepindi durdu.