Her şey, kalitesiz şekerli sakız tadındaydı ağzımda. Önce aşırı tatlı ve güzel. Sonra acımsı, yavan ve yapışkan.



ÖNCE


Her şey önce çok tatlı geliyordu. Diğer tüm tatları bastırıp ağza egemen olacak kadar şekerli bir tat. Çok seviliyordu. Fanatiği olunuyordu. Başka şey istenmiyordu. Başka bir şey aramak akla gelmiyordu. Başka şey yoktu.


Yaşamak, kendini bir şeylere adamak değildi; kendini kaptırmaktı. Akışa bırakmak kendini sonsuz bir şimdi içinde. 


Tüm spotların beni aydınlattığını sanıyordum, sanıdan da öte, bunu biliyordum. Her sabah uyanmak azap olmaktan çıkıyordu. Uyanmak, kucaklanası yepyeni bir güne başlamaktı. Tüm günleri bağrıma basıyordum. 


Yıllardır tanıyormuşçasına bağlandığım insanlara koşuyordum. Koşuyorduk. Kavuşuyorduk. Durmuyorduk. Durağanlaşmış, yosun bağlamış yabancı/yabansı hayatların içlerinden hızla geçip gidiyorduk. Aynılığa, tekdüzeliğe demir atmış hayatların durgun sahipleri bizi izliyorlardı ölgün bakışlarla. Hızımıza ve dur durak bilmeyişimize imreniyorlardı. Buna karşın bir şeyleri değiştirmeye çalışmıyorlardı. Öylece duruyorlardı. Çoktan kök salmışlardı topraklarına. Ukdelerin kışlağına dönmüş hayatlarının parıltısız sahnelerinde yüzlerine zoraki gülümseme kazınmış kardan adam rollerini oynuyorlardı. Donmuşlardı. Biz ise akıncılar gibi geçiyorduk unutulmuş bir taşraya benzeyen o hayatların orta yerinden.


Kahkahalarımız gökyüzünü titreştiriyor, ışıldatıyordu. Özgürlüğümüzü sonu gelmez kahkahalarımız perçinliyordu. Her şeyden gülünecek bir şeyler çıkartabiliyorduk ve hepsini karşılıksız paylaşıyorduk dost meclisimizde. Doymak bilmiyorduk. Doymak için çabalamıyorduk. Hayat, asla doyum noktasına vardırılmaması gereken bitimsiz bir lezzetti bizim için. Hiçbir şeyi bitirmiyorduk. Bitmiyorduk.


Yeni gün yepyeni bir buluşmaydı. Yıllarca birbirinden uzak kalmış da o an orada buluşmuş kadim dostlar gibiydik. Bir şeyleri ilk kez tadıyormuşçasına coşku ve heyecan duyuyorduk. Doğan her gün, sevinçle karşıladığımız birer armağandı. Her gün aynı sevinç ve doymamışlıkla dokunuyorduk hayatın kalbine. Her ritimde daha da coşuyorduk. Hayatın kalbinde nabız olup atıyorduk.


Çok beğenilen bir filmin sonu gelmez devam bölümlerini izleyen fanatik hayran kitlesiydik. Kendimizin hayranlarıydık. Kendi hayatımızın fanatikleriydik. Senaryocu da bizdik, yönetmen de. Oyuncu da bizdik, izleyici de. Mekanların ve dekorların ise pek bir önemi yoktu. Hayatımızın filminin/film gibi hayatımızın sahnelendiği yerlerden ibaretti tüm ortamlar. 


Hepimiz çok mutlu bir ailenin çocukları gibiydik. Kardeştik. Hayatı en güzel yönleriyle yaşamak, yaşatmak için sözleşip kenetlenmiştik. Bunun için dünyaya gelmiştik. Her şeyi paylaşıyorduk. Her şey hepimizindi. Yeme içmelerimiz bir şölen havasındaydı adeta. Çevresinde toplandığımız her masa, birlikteliğimizin güzelliği adına düzenlenen bir kutlamaydı ve kutsamaydı neşeyi. Övgüler bize hizmet ederdi.


Bir bedenin organları gibiydik. Geçmişteki tüm acıları aynı bedendeymişçesine birlikte yaşamıştık sanki. Tüm hastalıkları birlikte çekmiş, birlikte iyileşmiş, yaşamın değerini anlamıştık. Ortak bir bilincimiz ve duyum merkezimiz vardı sanki. Görünmez sinir uçlarıyla birbirimize bağlıydık. Ne istediğimizi bilirdik. Ne istemediğimizi de.


Sırtımdan filizlenmiş dev kanatlarım olduğunu hissederdim bense. Uçar gibiydim. Yere temas etmeden yürürdüm kalabalıklar arasında. Başım dimdik. Çok öteleri bile görürdü gözlerim. 


Mevsimin kendine özgü kokusunu derin derin içime çeker, kanıma karıştırırdım. Kanım coşar, köpüklü köpüklü çağıldardı damarlarımda. Sokak hayvanlarıyla selamlaşırdım. Hepsi de hissederdi bendeki o sonsuz yaşam enerjisini. Tanırlardı beni. Doğadan kopmuş ve bu yüzden tüm doğallığını yitirmiş insanlardan biri olmadığımı bilirlerdi. 


Her şey… Her şeyde bir anlam vardı ve ben o anlamı bilmekten de öte yaşardım tek tek hücrelerimde. Hayat bende, bizde akardı.




SONRA


Neden sonra… Şekerli bir sakız gibi sürekli çiğnediğimiz o tatlı hayat, hayatımız… Neden sonra… Ağzımızda doyumsuz bir lezzet bırakan o tatlı hayat, hayatımız… Şekerli ama ucuz ve kalitesiz bir sakızmış gibi yavanlaşmaya yüz tutardı. Tadından soyunurdu yavaş yavaş. Şekerin örttüğü o acı gerçek ortaya çıkardı zamanla. Neden sonra her şeyin şekerli bir yanılsama olduğunu anlardık. Bu farkındalık bir deneyime dönüşmezdi ne yazık ki. Gerçeği görmek, hayal görmeye tercih edilmezdi. Çünkü o şekerli sakız tadındaki hayatların iflah olmaz bağımlılarıydık biz.


Ve şekerinden soyunan sakızın pütür pütür olması. Sakızlıktan çıkıp lastik parçasına dönüşmesi. Çiğnemenin giderek güçleşmesi. Otomatikleşmeye başlayan bir hayat. Herkesin anlaması bunları ve itiraf edememesi kimsenin. 


Ağır ve sancılı bir süreçle bedeni terk eden o esriklik. Esriklikten çıkıyor olmanın verdiği bulantı ve bunaltı. Dolu dolu, güldür güldür yaşananlarla davul gibi şişen ruhumuzun kusmaya yaklaşması adım adım. Tatlı bir düşten kan ter içinde uyanmak ve üşümek.


Masa başında yine biz bizeyken, gün geçtikçe azalan sözlerimiz eşliğinde bakışıp dururken gözlerimize inen gölgeleri fark ederdik ilkin. Perdeler çekilirdi. Karaltı çökerdi. Işıldayan gökyüzüne benzeyen gözlerimiz bulutlanırdı. Şimşekler çakar, yıldırımlar düşerdi gözbebeklerimizin karanlığına. Bir şeylerin eskisi gibi olmadığını gözlerimizden anlardık ilkin. 


Bakışlarımız kaçamak. Bakışlarımız süklüm püklüm. O zamana kadar birbirine delicesine koşan, kavuşup da birbirine dolanan sevgililerden farksız olan gözlerimizde tereddütlü bir yorgunluk. Genleşen ve gerilen bir bekleyiş yüreğimizde. İlk adımı kim atacak?


Kimse atmazdı o adımı, atamazdı. Kimse konduramazdı görkemli hayatımıza o kara lekeleri. Belirtileri fark ettiği halde kötücül bir hastalığı kendisine yakıştıramama takıntısından farksızdı psikolojimiz. Konuşuyorduk ama sözlerin altında susulan başka sözler vardı. Susulan itiraflarımız ve yakarışlarımız vardı. 


Ellerimiz soğurdu. Ellerimizle büyüttüğümüz coşkulu hayatımızın güçlü enerjisi ruhumuzu terk ederdi yavaş yavaş. Yalnızken bile neşeliyken biz eskiden, artık inceden inceden üşüten bir serinlikti yalnızlık. Mevsim değişirdi. Muhteşem imparatorluğumuzun görkemli çöküş dönemine geçerdik.


Her şeyin bir algıdan ibaret olduğunu daha iyi anlıyordu insan. Kahkahalarımızla çınlattığımız o mekanlar gözüme bir başka türlü görünürdü sonrasında. Aynı mekan bir zamanlar neşeli çocuk cıvıltılarının eksik olmadığı harika bir çocuk bahçesiyken fısıltıların kol gezdiği ürkünç bir izbeyi andırırdı sonraları. Oysa mekanda değişen hiçbir şey yoktu. Değişen bizdik. 


Kuşkular... O coşkuyu yalnızca ben mi duyumsamıştım öylesine derinden? Her şey benim abartmamdan mı ibaretti yoksa? Gözümde mi büyütmüştüm? Büyülenmiş miydim? Birileriyle aynı sofrada aynı yemeği yiyen ama diğerlerden çok daha fazla tat alan bir tek ben miydim? Hüznün kör kuyularına sonsuzca yuvarlanan? Yüksek kalibreli duygularını aralıksız ateşleyen ve her seferinde mühimmatını bitirip tüketmeden aymayan?


“Mucize” ile “illet” arasında derin bir uçurum, yüce yüce dağlar değil de incecik bir çizgi mi vardı gerçekte? Kabına sığmayan duyguların, duyarlılıkların, duygudaşlıkların bir ayrıcalık, bir mucize olduğunu düşünürken o güne kadar ben; o günden sonra bunun bir illet, hatta bir lanet olduğunu düşünmeye başlamıştım. Her şeyi olduğundan kötü görmek nasıl bir sorunsa olduğundan çok daha güzel görmek de sorundu, büyük bir sorun. Bir elmaya bakar bakmaz “Çürüktür kesin!” demek ile aynı elma için “Tadı eşsizdir.” demek arasında pek de bir fark yoktu aslında. “Bu, bir elmadır.” diyebilmekti asıl marifet. Bense çok fazla anlam yüklüyordum her şeye. Gerçeklerle yüzleşmem herkesten sonraydı bu yüzden. Ben en son duyandım, en son öğrenen. Ben sonuncuydum, sondum. İşgal altındaki kalenin inatçı son savaşçısı...


Çaresiz kalıyordum. Aranıp duruyordum. Ruhumu koyultup yoğunlaştırıyordum. Elle tutulabilecek, gözle görülebilecek hale geliyordu ruhum. Yaşanan tüm güzel ve coşkulu anları tekrar tekrar damıtıp kana kana içiyordum. Bağımlısıydım yaşadıklarımın. Bir kere yaşamakla yetinmiyordum. Zihnimin perdesine tekrar tekrar yansıtıyordum. Sömürüyordum geçmişi. Ama hiçbir şey sınırsız değildi. Bilinçsiz sulama sonucu kuraklaşan göller gibi bitiyordu anıların uyuşturucu etkisi zamanla. Seyreliyordu ruhum. Çaresiz kalıyordum.


Cildin gözenekleri gibi, ruhun da gözenekleri varmış. Yüksek ateşli duyumsamalardan terleyen ruhum gözeneklerinden dışarı bırakıyordu yaşamın tortusunu. Saklayamıyordum. Açık bir kitap gibiydim; okunuyordum rahatlıkla, sayfa sayfa. Biliniyordum. Ben de diğerlerini okuduğumu, bildiğimi sanıyordum. Hayatımı sanılara kurban veriyordum.


Tüm inişli çıkışlı, zikzaklı duyuş ve düşünüşlere karşın bir sonuca varabilmiştim: Şekerli sakıza benzeyen hayatımızın bir süre sonra tatsızlaşmasını hepimiz aynı acımsılıkla duyumsamıyorduk. Tüketmeyi çok önceden öğrenmiş olan diğerlerinin gözünde her şey olacağına varıyordu. Benimki gibi kanamıyordu yürekleri, inceden sızlıyordu sadece. Ben yüksek yüksek uçurumlardan düşüp dururken, onlar sadece tökezliyorlardı. Sabretmeyi biliyorlardı. Gidiyorlardı arkalarına bakmadan diğer şekerli hayatlara doğru.


Geldi geçti. Düzene ayak uydurmayı öğrendim zamanla. Ben de başka başka şekerli sakızlar çiğnedim. Bir daha, sonra bir daha, bir daha… Başlangıcını, gelişimini ve sonucunu bile bile. O şekerli yanılsamaların içine gönüllü olarak düştüm. Onlar da yavanlaştı gitti bir süre sonra öncekiler gibi. Çiğnenemeyecek hale gelince tükürüldü yere. Tükürdüm yaşadıklarımı her seferinde. Bağımlılık böyle bir şeydi.


Geldi geçti. Düzene karşı çıkmayı öğrendim zamanla. Ayak uydurmak yerine ayak diremeyi. Şekerli sakızları arka arkaya çiğneyip tüketenlerden, tükürenlerden ayrı düşmeyi. Her şeyden geçmeyi. Vazgeçmeyi. 


Geldim geçtim.

Ağzım boş, satırlar dolu.