Kış bir türlü bitmek bilmemişti. Kuşlar, köpekler, yaşlılar, evi sobalılar; herkes mutsuz, keyifsiz, tedirgindi ve üşüyordu. Birkaç gün açan güneş bütün ağaçları kandırmış, çiçeklerini patlatıvermişti ama şimdi hepsi dökülmüştü. Bahar ölü doğmuştu, her seferinde kanıyorlardı buna. Dökülen çiçeklere yılın son karı yağmış, bu da yetmezmiş gibi üzerlerinde insanlar gezinmişti. Mahallenin kedili teyzesi, kedileri beslemeye çıkmaya korkuyordu; yaşlıydı, düşüp bir yerini kırabilirdi ve ona bakacak kimsesi yoktu. Yalnızlık kedilere mahsustu. Gerçi bazı geceler yirmi bir sene evvel ölen kocasını görüyordu oturma odasında; oturup hiç konuşmadan, rakı içerken. Yalnız sayılmazdı. “Ölen meslekler” belgeseline konu olmak dışında pek bir işlevi kalmamış olan dükkânında oturup duran, yeryüzünün son marangozunun, yakacak odunu kalmamıştı. Mahallenin kara tahammülü yoktu, tek bir kar topundan yıkılacak kadar bitkindi. Karın tadını yine zenginler çıkarmıştı. İhtiyar Karabaş, kara gömülü, buz kesmiş patileriyle öylece durdu sokak lambasının altında. Bir dahaki kışı çıkaramayacağını hissediyordu.

Ayaklarını karlara sürüye sürüye, küreme makinası gibi yürüdü kaldırımda. Yeni yağan karı ilk kez deforme etmek hem sevinç, hem hüzün veriyordu ona. Islanmış çoraplarla gezmek bu dünyadaki en berbat şeylerdendi, hem de daha günün başındayken ama gün boyunca sizi dürten daha boktan şeyler varsa, ıslak çorapların bir önemi kalmıyordu. Lisesinin dökülmüş sıvasına baktı Selçuk, kötü görünüyordu okul. Gıcır gıcır boyansa, saraylar gibi olsa, ona gene de kötü gelecekti ama böylesi daha fenaydı yine de. Korku filmlerinde, içinde hayalet olduğu daha girmeden belli olan yıkık evler gibi görünen o metruk, tekinsiz binalardandı burası. “Neden giriyorsun oğlum, hayalet var işte orada” diye sövüyordu izlerken kendi kendine ama her sabah giriyordu mecburen. Küçük parmağıyla sol kaşını kaşıyıp bir iki teli yoldu. Gergin olduğunda böyle yapardı. Sol kaşı sağ kaşına göre seyrekti. Sadece geçip gitmesini dilediği kayıp zamanlardı bunlar, müdahale edemeden bekliyor, üzülmemek için pek düşünmüyordu. Olsundu canım, insan hayatında kayıp üç, beş senenin ne önemi vardı ki.

Selçuk o gün nöbetçiydi. Nöbetçiler derse girmezdi; okula gelen yabancıların isimlerini alarak, büyük bir dikkatle nöbetçi defterine yazmak suretiyle, bir de üstüne imzalarını almak gibi muazzam bir sorumlulukları vardı. Keyfi yerindeydi, matematik dersi gitmişti bu hafta. Ziyaretçi defterini alıp, çekingen adımlarla kulübesine gitti. Savana’da,  yırtıcıya denk gelmekten korkan bir geyik edasıyla yürüyordu okulda. Canının bağışlanması karşılığında, her şeyden ödün vermeye hazır varlığını, kendinden başkası fark etsin istemiyordu. Sobayı tutuşturmaya koyulmadan önce, gazetelerin başlıklarına baktı. Spor başlıklarını okudu itinayla. Fener akşamki maçı kazansa da, şampiyonluğu kaçırmıştı. Hemen altında, spor haberinin yarısı kadar yer ayrılmış tecavüz haberine baktı. Buruşturup ince kesilmiş odunların altına yerleştirdi kâğıdı. Başta tutuşmayan sobadan, birkaç deste gazete harcadıktan sonra, en sonunda kozalak çıtırtıları gelmeye başlayınca, sevindi. Evde sobayı kolonyayla tutuştururdu. Bir gece kâbusunda bunu yaparken tüm yüzü har diye kağıt gibi yanıvermişti. Çok etkilenmiş, ter revan içinde sarsılarak uyanmıştı. Tam yatağında sarsılacak, terleyecek yaşlarındaydı ama bunun makbulü kâbus görerek olanı değildi.

Zil çaldığı gibi sınıfın bitirimleri nöbetçi kulübesine doluştular. Birkaç küfürlü selamlaşma ve el şakasından sonra sigara yakıp dönmeye başladılar. Geyik fark edilmişti. Elleri terledi, kaşıyla oynamaya başladı. Yarım Göz, sobaya baktı. Demirle biraz karıştırıp; “Yakamamışsın düzgün, salak herif,” dedi. Selçuk gülümsedi. Seyrek kaşı yukarı doğru seyirdi. Koskoca uzay boşluğunda, o nöbetçi kulübesine sıkışmıştı. Bir süre konuşmadan, ayaklar altında ezilmiş üzüm gibi olmuş izmariti çevirdiler. Yarım Göz, sigaranın en ıslak, en ezilmiş son iki nefesini Selçuk'a uzattı. Bir nefes asılınca midesi kalktı, ama belli etmedi. Selçuk'un sigara içişini izledi baş bitirim, yarım gözüyle. İzmariti iğreti tutuyordu, yakışmıyordu eline.

“Şuna bak,” dedi ağzının yarısıyla gülüp. “Yeni orospunun çükü tuttuğu gibi tutar sigarayı.” Gülüştüler.

Yarım’ın sol gözünde kas erimesi vardı, bu yüzden pek de üzerine düşünülmeden almıştı bu lakabı. Annesi dışında kimse ismiyle seslenmemişti bugüne kadar. Babası “kör pezevenk” derdi, dayısı “tepegöz”, abisi “boncuk”, ustası “yarım adam.”  Okulun en büyük bitirimi, kafası en güzel gezen haydutuydu. Kafayı yapmak için bir şey ayırmazdı; şarap, bali, çakmak gazı, soğutucu, hepsi onun için anasının bıçak ucuyla uzattığı mandalina kadar olağan şeylerdi. Yarım olan gözü de, büründüğü karakterine uygun olarak, daha ürkütücü bir hava veren, ürkünçlüğünü tamamlayıp pekiştiren bir makyaj gibiydi yüzünde. Selçuk'un bıngıldağında öten bir tokat yapıştırıverdi aniden:

“Öldür şu sigarayı hadi Salo,” dedi. Gülümseyip son nefesi çekti Selçuk, sobanın içine atıp öldürdü posaya dönen izmariti. Taş Kafa Osman girdi içeri kapıyı çarpıp, üşümüştü.

“Üh amına koyayım,” dedi. “Nasıl nisan la bu? Selamün aleyküm brolar.”

“Aleyküm selam,” diye cevap verdi Yarım Göz ve diğerleri. Taş Kafa, Selçuk'a baktı. Selçuk, kendisine sataşmak için yer aradığını biliyordu Taş Kafa’nın; o tiksindiği yüz ifadesine bürünmüştü suratı yine. Duygusuz, sadist bir ifadeydi bu. Alt dişlerini sıkıp dilini ısırdı Taş Kafa. Selçuk tiksindi, on kişinin ezdiği, posası çıkmış izmaritten çekmişçesine midesi kalkıyordu Osman’ı gördüğü zaman. Ama gülümsedi.

“Oğlum neden Allah selamı almıyosun sen, kitapsız tospağa?” deyip, şamarladı. Sonra da kafasını koltuğunun altına alıp sıkmaya başladı. Bir kişi hariç, kulübedekiler bundan zevk alıp, anırırcasına güldüler. Bir örnek vermek gerekirse, Selçuk ve diğerlerinin bu ilişkisi sirke benzetilebilirdi. Selçuk'un montunun koltuğunun altı gürültüyle patlayıverdi. Bıraktı Taş Kafa.

“Oğlum mont yeniydi yırtıldı ya,” dedi Selçuk. Dağılmış saçları, kıpkırmızı olmuş yüzüyle kolunu kaldırıp diğer eliyle yırtığı yokladı. Çatılmış kaşları, öfkeye evrilecek bir ifadeye cesaret edemediğinden, sadece anlamsızlık veriyordu yüzüne. “Patlamış dikiş,” dedi tekrardan. Taş Kafa öylece durdu. Acıdı Selçuk'a, yanağını sevdi. Omzuna çıkmış kravatını düzeltti.

“Tamam len,” dedi. “Diker annen, işi ne?” İçinde garip bir şeyler hissetmişti Taş, rahatsızlık gibi bir şeyler. Üzülme değildi tam, özeleştiri de değildi; acımaydı bu. İçini ezen bir acıma duygusu. Kıvırcık girdi içeri. Ellerini ovuşturup hohladı. Selçuk'a baktı. Kıvırcık ona sataşmazdı. Ama zulmedenlere de karışmazdı. Arkadaş gibi değillerdi pek. Kendi bir şey yapmaz, olanlarla da ilgilenmez, umursamazdı.

“Oğlum gene kim şamarladı lan seni?” dedi.

“Koca kafalı göt montumu yırttı.” dedi Selçuk. Hala eliyle koltukaltındaki yarığı yoklayıp, çaresiz, boş gözlerle etrafına bakınıyordu. Kalkıp, sönmeye yüz tutan sobaya yosunlu bir odun attı.

“Düzgün konuş lan,” dedi Taş Kafa. “Sövme, sikerim belanı.” dişlerinin arasında dilini kıvırdı.

“Oğlum bu çocuğun ‘vur eli’ yok işte, neden üstüne gidiyorsunz adamın?” dedi Kıvırcık. Çıkarıp bir sigara yaktı. Kimseye ikram etmedi, kimseyle de dönmeyecekti. Hiyerarşide dokunulmadığı, kimseye de dokunmayan bir yer edinmişti. Selçuk, öyle etrafına bakındı ne cevap verecekler acaba Kıvırcık’a diye. Belki de hak verecekler, artık ona sataşmayacaklardı. Kimse bir şey demedi. Akşamki Fener-Galatasaray maçını konuşmaya başladılar. Ellerine baktı Selçuk, köküne kadar yenmiş, acıyan tırnakları, hastalıklı birinin elleri gibiydi.

Ne olursa olsun, sınıfta olmadığı için gene de mutluydu bugün. Keşke her gün nöbetçi olsaydı, zulüm sadece onar dakika olurdu. Teneffüsler dışında herkes sınıfa geri dönüyor, o da sobasını harlayıp yanında getirdiği Kuyucaklı Yusuf’u okumaya uğraşıyordu. Kafasının almadığı yere geri dönüyor, baştan bir daha, bir daha okuyordu. Okurken, aklına bir sürü şey geldiğinden, koca bir paragrafı hiç ediyordu. Şimdi de tam okurken yırtılan montu geliyordu aklına. Montu annesi almıştı, geçen cumartesi. Sutyenbankın süt kokan, evin ekonomisinden artırılmış parasıyla alınmıştı, bu yüzden canı sıkılmıştı yırtılmasına. Ama canı hala, bu durumu değiştirecek kadar çok sıkılmamıştı garibin. İçinden Taş Kafa’ya kızıyordu. Bunları düşünürken de kitabı anlamıyor, tekrar tekrar başa dönüyordu. Bu arada teneffüs zili çaldığı gibi kitabını cebine koyuyor, sigara içmeye gelen bitirimlerden saklıyordu. Herhangi bir şekilde dikkat çekmek istemiyordu, etrafındaki tüm bu hareketten, curcunadan mümkün olduğunca saklanıp silinerek kaybolmak, yok olduğu yerde vaktin geçmesini beklemek istiyordu. Kitap okumak dikkat çekerdi. Bitirimler kitap sevmezdi, hoş; Selçuk, sevecekleri şeyleri de yapıyor görünmek istemezdi. Yok olmak isterdi.

Kontrolü nerede kaybettiğini bilmiyordu. Sadece kaybettiği, toparlayamadığı bir şeyler olduğunu fark ediyordu. Verilebilecek tüm ödünleri vermişti, veriyordu, verecekti. Sadece anlam veremiyordu. Kaybolduğu ve sıkıştığı bir boşluktaydı. İnsanın başka şeyler neyse de, kendine anlam verememesi, tüm ipleri kaçırmasına sebep oluyordu. Kontrolün başkasında olduğu bir bilgisayar oyunu karakteri gibi, ne zaman öleceğini, kaç kere canlanacağını bilmeden, sadece ilerliyordu. Uçuşan bir naylon poşet gibi savruluyor, ne yola giriyor, ne de yok oluyordu. Montundaki yırtığı elledi eve yürürken, yine içi sıkılmıştı. Koltukaltındaki yırtığı ellerken düşündü; büyük bir acı, bir felaket olsa... Tüm bu boktan koşulların durmasının tek yolu buydu. Bir meteor düşse, iç savaş çıksa, su tükense, uzaylılar saldırsa… Ya da bir tanıdığı, kendisi hastalansa mesela, o zaman kimse ona sataşmazdı. Ya da birisi ölse? Eğer böyle bir şey olsa, onu rahatsız eden her şey dururdu, hiçbir koşul, bu acının üzerine yeni montunu yırtacak kadar insanlık dışı olamazdı. Saklanacağı başka bir boşluk, saygı göreceği başka bir ihtimal yoktu. Sadece büyük bir acı, bu asit yağmuruna şemsiye olabilirdi.

Cebinden bozuklukları çıkarıp, büyük bir gürültüyle tezgâha bıraktı. Bir biraya yetmiyordu. Uzun bir oooooof çekti, kaşını kaşıyıp. Kafasında çalan film müziği, can sıkıntısını bastırırcasına yükseldi. Bakkal tanıdıktı, iki kırmızı kutu Efes yazdırıp çıktı. Rüzgâr, kuduz köpek gibi vücudunu ısırıyordu. Hem üşüyüp, hem de terlerdi aynı anda. Üzülünce, sıkılınca terlerdi, her şeyi gibi bu da garipti. Dilinin tepki veremediği neredeyse her şeye, vücudu bir şekilde kalp atışıyla, terle, isiliği, sivilcesi, uçuğuyla tepki verirdi.  Bu da bir çeşit iletişimdi, anlamıyorlardı. Yanağında çıkan kırmızı kabarıklıklara dokundu, kaşınıyordu. Birasından iri yudumları ardı ardına kovalanır gibi çekti. Yaslandığı bahçe duvarında, birdenbire onu gördü. Sınıfın en güzel kızı Yeşim. Yeşim de onu fark edince yavaşladı.

“Aa, n’apıyosun bu soğukta burada sen be?” Gülümsüyordu. Sesinde hem muzip, hem de sevecen bir hava vardı.

“Bira içiyorum,” dedi Selçuk. Havalı göründüğünü düşündüğü bir pozda, Michelangelo heykeli gibi kaskatı durmuştu.

“E üşümüyor musun?”

“Yok,” dedi soğuktan morarmış yüzüyle. “Ben üşümem.” Kızarmış burnu, cüzzamlı gibi düşecekti neredeyse. Gülümseyerek süzdü onu kız. Ellerini iri göğüslerinde kavuşturmuştu. Selçuk, belli etmemeye çalışarak telaşla süzdü onu, biraz daha terlemişti. Tırmanamayacağı bir dağ gibi dikilmişti kız karşısında. Gel birlikte içelim, bile diyemedi o yüzden. Kırmızı Efeslerin ikisini de içmiş olsa, belki de derdi. Kız en dik dağ ise, kendisi en beceriksiz dağcıydı. Yeltenmiyordu bile, denemiyordu.

“Versene bir fırt bana da,” dedi Yeşim. Afacan bir çocuk gibi baktı, hiçbir bir kötü niyet barındıramazdı bu gülücük. Afallamayı çabuk topladı Selçuk, uzattı şişeyi. Susuz kalmış gibi alıp çekti kız. İkisi birden gülümsedi bu sefer.

“İyi geldi ha,” dedi. Öylece, yeni keşfeder gibi Selçuk'u süzdü. Ama beğenir gibi değil; garipser, belki de üzülür gibi.

“Ne oldu, canın mı sıkkın senin?” diye sordu Selçuk. Bu dağcı, dedi içinden, daha ölmedi bebek. Ölsem de, öldüğüm yerde hikâyem başlar, okursun. Biradan dikti, kendini iyi hissediyordu. Burnunu çekti sertçe.

“Boş ver beni,” dedi kız. Kutuyu geri alıp irice birkaç yudum daha asıldı, sonra belinde topladığı eteğini biraz daha yukarı çekti. Siyah külotlu çorabın sardığı düzgün, kalınca bacaklara baktı Selçuk. “Sen iyi misin asıl?”

“İyiyim,” dedi Selçuk, tereddüt etmeden. Tereddüt kabul etmeyecek şekilce bok gibiydi. Bunun bir tık ötesi, sokaklarda jandarma üniforması giyip düdük öttüre öttüre gezen o deli adam gibi olmaktı. Kıza değil, uzaklara baktı çattığı kaşlarıyla.

“Yakışıklı çocuksun aslında he,” dedi kız. Bir yudum daha bira çekip, uzattı. “Neden sana böyle sataşmalarına müsaade ediyorsun bu piçlerin?” Yakışıklıdan sonrasını duymadı. Kutunun dibini çekip, telaşla diğer birayı açtı, önce O’na uzattı, aldı kız.

“Yapma kendine bunu, toparlan. Yakışıklı adamsın ya,” dedi tekrardan.

“Sen de çok güzelsin Yeşim,” dedi. Kalbi eski filmlerdeki savaş davulları gibi vuruyordu. Uzun zamandır ilk kez bu davullardan çalıyordu, ölmüş bir şeyler kıpırdanıyordu içinde.

“Yani bence sen birazcık toparla kendini, bizim piçler de iyi çocuklar ama işte sonuçta piç yani. Sen dişini göstermiyosun diye sataşıyolar.”

“Yeşim ne kadar güzel, zarif bir isim," dedi. Kıza bakıp, bir sigara yaktı. Sigarayı da uzattı, çevirmeye başladılar. “Derin, henüz keşfedilmemiş bir deniz gibisin” dedi. “Açılması, ulaşılması pek kolay olmayan…” Yeşim, sigaradan bir fırt çekti. Telefonunu çıkarıp, hızlı hızlı bir şeyler yazdı, Selçuk şairlik yapmaya uğraşırken.

“Al şu sigarayı, ben gideyim artık. Dediğim gibi bak, sen ezdirme kendini bunlara. Hadi ben kaçıyorum Uğurcan bekliyo, kızıyo sonra biliyosun, sinirli biraz paşam. Hadi dikkat et, git eve sen de, hava soğuk. Kendini de ezdirme bak hee,” deyip, küçük bir çocuğu sever gibi, yanağını sevdi Selçuk'un. Bir süre kızın arkasından bakakaldı. Sanki dans eder gibi bir sağa, bir sola havalanan eteğin altındaki siyah çoraplı bacakları izledi. Kızcağız sevgilisinin yanına doğru sevinçli bir karaca gibi seke seke gözden kayboldu. Ağzından çıkıp onun ağzına giren izmarite, bira kutusunun ıslak ağzına baktı. Dağdan aşağı yuvarlanıverdi aniden.


O gün hava güneşliydi, eşek donduran güneşinden. Bir işe yaramıyordu, boşa elektrik yakan gündüz ampulü gibi haybeden parlıyordu öyle. Okulun önündeki zayıf köpek bir şeylere isyan eder gibi uzun uzun uludu. Yarım Göz, ayaklarını sürüye sürüye bahçeye girdi. Düşünceliydi. Sabahın sekizinde beşinci sigarasını içiyordu. Elleri cebinde yürüyen Taş Kafa’ya seslendi.

“Duydun mu lan?” dedi.

“Neyi be?” dedi Taş Kafa.

“Bizim Selçuk'u.”

“Nesini duydum mu?”

“Babası ölmüş lan çocuğun,” dedi.

“Siktir,” dedi Taş Kafa. Montunu yırttığı andan daha fena bir sıkıntı düştü içine. Aptal aptal bakındı etrafına.

“Az önce duydum, öğle namazıyla kaldıracaklar. Haber ver bizimkilere. Derse girmeyeceğiz bugün.” dedi Yarım Göz. O güne kadar, güneşe kanıp yere düşen çiçeklerin ezilmesi gibi ezdiği Selçuk'u, bugün en güzel saksılara ekmek istiyordu. “Bir de bir şeyler alalım giderken, birer lira topla,” dedi. “Ne bileyim şarap olur, cigara olur…”

Hayaletli okulun duygusuz bitirimleri toplandılar. Üzgün, mahcup, şaşkın, pişman vaziyette Selçuk'un evine gittiler hep birlikte. O güne kadarki duygusuzluklarının tersine, şimdi tüm duygular aynı anda çığ gibi binmişti sırtlarına. Konuşmadan, kabahatini bilen mahkûmlar gibi başları önde yürüdüler. Selçuk kalabalığın arasında, sırayla güneş gözlüklü insanlarla sarılıyordu evinin önünde. Sokaktan ince ince, üzgün bir köpeğin ulumasına benzer kesintisiz bir sızlanma yükseliyordu. Selçuk'un yanına gitti bitirimler. Suratında kimsenin anlam veremediği ufacık, ezik bir gülümseme vardı. Öylece baktı arkadaşlarına. Gülümsüyordu.