“Yeter artık!” diye bağırdı hayata ve onu bu duruma getiren herkese ithafen. “Durun artık. Öldürdünüz beni. Bitirdiniz. Yetmedi mi? Bitmedi mi? Alıp veremediğiniz ne benimle? Yapmayın artık. Bendeki de can. Bendeki de ruh. Vücudumu da ruhumu da yordunuz, bitirdiniz görmüyor musunuz? Eriyip bitmem mi gerekiyor inanabilmeniz için. Yok mu olmam gerekiyor? Yalvardım. Yeter artık dedim. Yapmayın dedim size. Durmadınız. Bitirmediniz bu işkenceyi. Ölmemi de istemiyorsunuz, belli. Siz benim sürünmemi istiyorsunuz. Kendim de denedim ölmeyi. Hem de kaç kez. Her seferinde de başarısız oldum. Amacınız ne sizin? Acı çektirmek mi, süründürmek mi? Alın, bakın. Eriyorum. Her geçen gün kendime zarar veriyorum. Ellerim tutmayacak hale geldi. Gözlerim küçük bir kan çanağına döndü. Yüzüm kemikten bir çukur gibi görünüyor. Vücudumun dermanı kalmadı. Yemek yemiyorum. Her geçen gün kendimi zehirliyorum. Bütün organlarım da benden nefret etti. Aynı benim sizden nefret etmem gibi. Onlar da bana dur artık diyor. İhtiyaçlarımızı karşıla diyor. Fakat ben dinlemiyorum. Bakın, umursamazlık konusunda sizi örnek alıyorum. Nasıl, mutlu musunuz?” Nefes almaya çalıştı. Boş duvara bağırıyordu. Duvar boştu, işittikleri ise dolu… Bu sefer de diğer duvara çevirdi kafasını. Gözleri nefret ve acı doluydu. Acımasız hayatınaydı tüm isyanı.
“Madem bu kadar süründürecektin, neden bana umutlar verdin? Neden umutlara sarılmama izin verdin? İki dakika güldürüp iki saat ağlattın. Bunu hak edecek ne yaptım? Neden bu acımasızlık? Senin yüzünden yerimden kalkamaz hale geldim. Sayende tüm umutlarımı kalbimin mezarına gömdüm, ağlaya ağlaya. Hayallerim vardı benim. Umutlarım, gülüşlerim vardı. Çaldın onları. Yetmez mi, yetmedi mi?” Son cümlesiyle birlikte yavaş yavaş, ağlayarak dizlerinin üzerine çöktü, gözlerini kapattı. Ayakta duracak mecali kalmamıştı. Birçok sevdiğini kaybetmiş, birçok hayalinden vazgeçmişti. Her gece böyle ağlardı.
Şimdi 4 duvar arasına sıkışıp kalmıştı. Küçücüktü odası. Gökyüzünü bile görmüyordu. Hapishaneyi andırıyordu. Oda da bir tek yatak vardı. Burası ruh hastalıkları merkeziydi. Zorla kapatılmıştı buraya. Üzerinde beyaz bir elbise vardı. Ona kefenin içindeymiş hissi veriyordu. Bir türlü gelmek bilmeyen eceli bekliyordu. Çünkü aylardır buradaydı. Belki de yıllardır. Zaman kavramını kaybetmişti. Burada günler geçmiyor, geçen günleri bilmiyordu. Saat kaçtı mesela? Gerçi öğrense ne yapacaktı ki? 1 saat sonra randevusu mu vardı? Hazırlanması mı gerekiyordu? Geç kalmak mı istemiyordu? Hayır. Onun ölümle randevusu vardı. Tek taraflıydı. Ölüm geleceğini söylemişti sadece. Hiçbir zaman belirtmemişti. O da onu bekliyordu işte…
Gece 23 yaşındaydı. Hayatının en önemli ve en güzel yıllarında -tabiri caizse- deliler hastanesinde yatıyordu. Bir insan 23 yaşında ölümü beklememeliydi, yolunu gözlememeliydi. O, şu an bu karanlık odada olmasaydı mezuniyet balosunda olacaktı. Hukuk öğrencisiydi Gece. Bugün mezun oluyordu. Zaman kavramını kaybetmiş olan onun haberi yoktu tabii bugünden. Çok çalışmıştı bu bölüm için sınavlara. Sınavlardan önce de masraflar için iş yerlerinde… Ve 2 yıllık mücadelenin sonunda kazanan o olmuştu. Adalet istediği için seçmişti bu mesleği. Adalet olmayan bu dünyada, adaletini kendi yaratacaktı güya. Buna izin verilmedi. Gayet başarılı bir öğrenci olmasıyla birlikte birçok sorunla da uğraşıyordu. Hiç kolay değildi bu durum onun için. Yine de içinde yaşıyor, bunu kimsenin öğrenmesini istemiyordu. Çünkü o güçlüydü. Daha doğrusu görünmek istediği kişilik oydu…
Bir gün okul çıkışı köşe bucak kaçtığı ailesi onu bulmuştu. Kaçması da gayet doğaldı onlardan. Onun hasta olduğuna inanıyorlardı çünkü. Gece çocukluğundan beri sessizdi. Ailesi onu ne kadar uğraşsa de konuşturamamıştı. O, bir tek odasında tekken konuşurdu. Karşısındakiyle… Gece neden susmuştu biliyor musunuz? Çünkü ona inanmamışlardı. O zaman daha 5 yaşındaydı. Kendisine benzeyen bir çocuk vardı hep etrafında. Onun da saçları Gece’ninki gibi sarıydı. Gözleri elaydı. Annesine “Bu kim?” diye sorduğunda annesi anlam verememişti. Anlamadığını söyleyerek tekrar etmesini istedi. Yerini gösterdi Gece. Annesi “Orada kimse yok Gece, saçmalama.” deyince şaşırmıştı. En ince ayrıntısına kadar nasıl birisi olduğunu anlattı. Tıpkı ona benzediğini, sürekli onunla olduğunu… Annesi ve babası ne kadar şaşırmış olsalar da inanmamışlardı. Gece tüm uğraşlarına rağmen öyle birisi olduğuna inandıramadığı ailesi ve çevresindekiler sayesinde daha da çok etkilendi bu durumdan. Birçok doktora götürdüler Gece’yi. Doktorlar da bir işe yaramadı. Çocuktu nihayetinde. Yıldız’ı (Bu ismi ona Gece vermişti.) bir tek kendisinin görüyor olması korkutmuştu Gece’yi. Giderek etkilenmeye başladı bu olaydan. Artık hiç konuşmaz oldu. Giderek alışıyor gibiydi. Bir tek Yıldız’la konuşuyordu. Ailesinin gözünde bu çok kötüydü. Kızlarının delirdiğini düşündüler. Sahi, sorgulayıp araştırmadan hangi aile bu denli kesin hükümle kızlarına deli muamelesi yapardı ki? Yıldız, onların ikiz olduklarını söylüyordu. Gece bunu ilk öğrendiğinde şaşırdı tabii. Annesine bunu da sormuştu. Bir ikizi olup olmadığını. Annesi yine inkar etti.
Geceleri hep Yıldız’la konuşuyordu gece. Yıldız zararsızdı, iyice alışmaya başladı. Ailesi onu kapı arkasından gizlice dinliyor ama söylediklerini bir türlü anlamıyorlardı. Sanki farklı bir dilde konuşuyor gibiydi. Gece bunu hiçbir zaman fark etmedi.
Bu yıllarca devam etti. Ailesinin baskısına, onun sürekli hasta olduğuna inandırılmasına dayanamadı ve biriktirdikleriyle reşit olduktan sonra bir gün ansızın kayboldu ortadan. Kendince hayat kurmaya, okumaya çalıştı. Başardı da. Ta ki ailesi onu bulana kadar…
O günden sonra Yıldız’ı da hiç görmedi. Gelmedi yanına. Sonrası belli zaten işlemler ve zorla hastaneye yatırılması.
Şimdi ise kemiklerine kadar sızlıyordu her yeri. Acı, kemiklerine kadar işlemişti. Ruhu acıdan kıvranıyordu. Gece, bunların hiçbirine bir şey yapamıyordu. Yıldız da yoktu. Onunla konuşmak, ondan yardım dilenmek istiyordu. Odasının çelik kapısının sesi duyuldu. Kimin geldiğini merak dahi etmiyordu artık. Gözünü bile açmadı. Zaten açmaya da hali yoktu. Gelen kişinin ayak sesleri yaklaştı, gecenin başında durdu. Gelen hasta bakıcıydı. Onu sarstı. Gece gözlerini açmak istedi. Fakat açamıyordu. Birden nefesi kesilecek gibi oldu. Ailesi geçti gözünün önünden.
“Sen delisin!” diyordu annesi.
“Hastaneye yatman lazım!” diyordu babası.
“Böyle hasta bir çocuğu hak edecek ne yaptık biz Kerem?” diyordu tekrar annesi.
Zor nefes alıyordu Gece. Yardım isteyecek oldu, dili dönmedi. Gelen hasta bakıcı ismini tekrarladı art arda. Gece, nefes almaya çalışmaktan başka tepki veremiyordu. Bakıcı yardım çağırmaya gittiğinde Gece artık bittiğinin farkındaydı. Kurtuluyordu, ölüyordu. Biraz daha çırpındıktan sonra nefesi tamamen kesildi. Gözleri yuvalarından çıkacak gibiydi. Kalbi artık atmayı bıraktı. Acı çeken ruhu sonunda kurtulmuştu. Çıktı bedenden. Yukarıya doğru süzüldü. Özgürce…
Bulutlar arasında onu bekleyen birisi vardı. Yıldız... Annesinin bile haberi olmayan, doğum esnasında kaybettiği kızı yıldız. Annesi hep tek bebek beklemişti. Yani ona öyle söylemişti doktor. İkincisinden haberi yoktu. Zaten doğum anında da yalnızca Gece’yi getirdiler onlara. Yıldız ise gelişemediği için cansız doğmuştu. Doktor aileye hiçbir şey söylemedi. Söyleseydi suç ona kalacaktı çünkü. Doğum kontrollerinde hiç görünmediği için söylememiş olmasıydı suçu. Aslında bunda bir sorun yoktu. Görünmemiş olabilirdi. Fakat burası öyle bir dünyaydı ki, haklıyı haksızı ayırt etmez, direkt işini yapamıyor hükmü verirlerdi. Doktor da o yüzden söylemedi. Ailesini ve kendini korumaya çalışmıştı. Adaletsizlikti bu işte. İnsanlar kendilerini ifade edemez hale gelmişlerdi.
Gece, Yıldız’ın yanına geldiğinde Yıldız her şeyi anlattı. Gece masumdu ama bunu yalnızca o biliyordu. Şimdi ise iş işten çoktan geçmişti. Artık nefessizdi…