Ve hayat tekerrürden ibarettir.


Alsancak’taydık. Herkes şaşırmıştı Doğuya gideceği için ama ben şaşırmamıştım. Sena neredeyse dereceye girebilecek bir puan almış olmasına rağmen Doğuyu yazmış ve oraya atanmıştı. Ben şaşırmamıştım çünkü bunu daha önce de konuşmuştuk onunla. Ama ataması kesinleşince bir boşluk oluşmuştu benim de içimde. Arkadaşların ikna çabaları boşunaydı Sena gitmeyi çok öncelerden kafasına koymuştu. Üstelik sinirleniyordu da böyle yaptıkça. Demek ki diyordu, sizler böyle bir atama görseniz gitmeyeceksiniz, yapmayın arkadaşlar, böyle eğitimcilik olmaz.

Şüphesiz fakültede de onun kadar idealist pek az kimse vardı. Hasan Ali Yücel’in adını taşıyan bir fakültede okumanın gururunu yaşadığını anlatırdı zaman zaman. İsmail Hakkı Tonguç'un davasını güderdi. Kitaplığı Pakize Türkoğlu,Talip Apaydın, Ceyhun Atuf Kansu, Mahmut Makal ve Fakir Baykurt gibi isimlerin kitaplarıyla doluydu. Eğitimin en ücra köşelere ulaşması gerek, birileri elini taşın altına koymalı derdi. Bilhassa kız çocukları için… Kimsenin adını bile bilmediği ama yarın bir gün geleceğimiz olacak olan o çocuklar için… İşte böyle düşünürdü Sena.

Ne var ki adını ancak üzücü haberlerde duyduğumuz bu ilde Sena'yı tek başına bırakmaya asla gönlüm el vermiyordu. Hayatında İzmir’den çıkmış biri değildi. Akşam ev dönüşü Karşıyaka vapurunda ansızın, ben de seninle geleceğim dedim. Aybüke ne olacak diye sordu. Kardeşimden bahsediyordu. Üniversite sınavına hazırlanmak için memleketten yanıma taşınmıştı. Memlekette hazırlanamaz sınava, sana çok güveniyor yanında, durmalısın dedi. Haklısın dedim, düşüncesizce söyleyiverdim işte. Anlıyorum dedi, hem geldin diyelim, köyde ne iş yapacaksın? Senin de sınava tekrar hazırlanman lazım. Ne yapalım, bu aralar bütün hayatımız sınavlarla geçiyor. Ayrıca bak, hepiniz çok endişeleniyorsunuz; doğrusu ben dahi sizin kadar endişelenmiyorum. Bu benim kendi seçimim, karşılaşacağım zorluklar gözümü asla korkutmuyor, kaldı ki ben zorlanacağımı dahi düşünmüyorum. Benim için endişelenmeyi bırakın dedi. 

Fakat içim yine de rahat değildi. Orayı gidip görmeliydim, nasıl bir yerde çalışacaktı Sena, bilmeliydim. O Doğu iline beraber gidelim dedim, en azından evi kurmana yardım ederim.


Velhasıl düştük yollara... Yol uzun, memleketin bir ucundan bir ucu… Otobüs Doğu’ya gittikçe hava soğuyor, ağaçlar azalıyor, toprak bozlaşıyor, dağlar sarplaşıyor, yol gittikçe Türkçe yerine Kürtçe ve Zazaca konuşan insanların çehreleri yorgunlaşıyor, radyoda çalan şarkılar da yerini türkülere, deyişlere ve uzun havalara bırakıyordu. Evet, Doğu’ya gidiyorduk ve ilk defa Ankara’nın doğusuna...

Sonunun gelmeyeceğini düşündüğümüz yolculuğun nihayetinde muavin, o Doğu iline geldik dediği an heyecanla camdan baktık, gördüğüm şehir ancak İzmir’in bir ilçesi kadardı. Otobüsten inince ulu dağların doruğunda yüzünü gösteren kızıl güneşi gördüm. Zannediyorum ki güneşin gördüğüm en güzel doğuşuydu. Kahvaltı yaptık, sonra önce ilçeye, ardından ilçeden de 20 km uzaklıktaki köye giden araca atladık. 


Köy o az önceki ulu dağların üstlerinde kalıyordu. Transit çamurlu yollardan bata çıka, sallana sarsıla epey bir vakit sonra bizi köye ulaştırdığında etrafa dağılmış 10 15 kerpiç dam, koyun ve koyunlara bekçilik eden iri köpekler karşıladı bizi. Sanki dağın üstüne dağ oturmuş da bu dağların ortasındaki küçücük düzlüğe bu köyü kurmuşlardı. Öylesine sert bir coğrafya. Civardaki kadınlar bizi görünce yüzlerini örtüp kaçıştılar. Kimisi de köyde alışık olmadık simaları görmenin merakıyla kapıda durup öylece bizi izliyordu. Sonra muhtarla oturduk. Buralarda insandan çok koyun bulunur dedi. Ne yapalım, geçimimiz. Epeycedir öğretmen gelmedi köye. Taşımalı eğitim dediler, çocukları kasabaya verdiler. Neyin taşıması, köyün doğru düzgün yolu mu var? Gelirken gördünüz. Şimdi yine iyi, ya kışın? Araba tövbe çıkmaz buralara dedi. Yürüyerek gitsin desek bu ayazda dağda kurt kapar çocuğu alimallah. Söyleyin, ne yapalım? Aha benim oğlan Seyit, bu çocuk on bir yaşında hocam, elinden öper ama sorsan okuma bilmez. Hem bizim çocuklar Türkçeyi de çok sökemez, biz köyde kendi dilimizde anlaşırız. Türkçe öğretecek vakit bulamadık, o iş de size düştü öğretmen ağam diye devam etti.

Köye atanan benim diye lafa girdi Sena, köyün öğretmeni benim. Muhtar affalayıp bir süre duraksadı, sonra toparlamaya çalıştı. O halde siz, diye sordu bana. Sözlüsüyüm dedim. Aman hoca hanım dedi muhtar, sakın ola beni yanlış anlamayın. Ben bir şeyi içimde tutmam, köyde yaşam zordur, rezilliği çok. Daha önce bayan hoca da gelmedi buralara. Nasıl edersiniz bilmem. O yüzden içimden keşke beyim öğretmen olsaymış diye geçirmedim değil. Lakin ki yine siz var olun, mademki kaç yıldır Yaradan’ın unuttuğu şu köye kadın başınıza geldiniz, size sahip çıkmak da bize düştü dedi. Sena’nın yüzünde zor olanı sırtlamanın gururu seziliyordu. Aniden içime bir kurt düştü. Neden öğretmen gelmiyor köye, dedim. Muhtar yine bir duraksadı. Düşündü. Sonra devam etti, aman hoca hanım, siz de gitmeye niyetlenmeyin dedi. Sena hayır dedi, gitmek gibi bir düşüncem yok, emin olabilirsiniz deyince muhtar; siz öyle diyorsanız madem, zaten saklayacak da bir şey yok. Bugün benden, olmasa yarın başkasından duyacaksınız. Olay şu ki köyün adı bir iki defa gazeteye çıktı. Herhal öğretmenler de korkuyor, ondan gelmiyor. Biz insan yemeyiz ya beyim, sen de görüyorsun. Hem o olaylardan sonra Kaymakam bizzat geldi köye, korucu da tuttu. Onunla da kalmadı, karakol dahi kuruldu yakınlara. Onlar yani anladınız siz, korkar oldu gayri, elini çekti köyden, merak edecek düşünecek bir şey kalmadı. Bencesi siz hiç tasalanmayın. Beyim sen de gönlünü ferah tut. 

Tasalanmayalım, tasalanmayalım ama mümkün mü? Neyden, kimlerden bahsedildiğini gayet iyi anlamıştım. Yine Sena'nın gözlerinin içine baktım, en ufak bir şüphe veya cayma düşüncesi dahi yoktu. İtiraf etmeliyim ki bunları da duyduktan sonra ben değil burayı bilerek tercih vermek, hasbelkader buraya atanmış olsam gitmenin binbir yolunu arardım. Ama Sena, ah Sena...


Sena’yı köyde bıraktım. Okulun hemen bitişiğindeki barakamsı tek göz odada kalacaktı. Köylüler hemen erkenden sobayı kurdular, kendi evlerinden birer ikişer eşya getirip evi düzmeye çalıştılar. İlk günden sıcak yemek bile yapmışlardı. Bir yandan her ne kadar tedirgin olsam da onun böyle iyi yürekli insanların arasında olacağını bilmek içime su serpiyordu.


Ve ben İzmir’e döndüm. Sevdiğim kadını arkada bırakmanın ağırlığını kaldıramıyordum. Bunalıma girmiştim. Sınava çalışmakta zorlanıyordum. Sadece Sena’yla telefonda görüştüğümüz zaman biraz moral bulabiliyordum ancak onun da telefonu çoğu zaman çekmiyordu. Bazen oluyor üç dört gün hiç ulaşamıyordum. Ama her telefonu açtığında istisnasız heyecanla bana neler yaptığını anlatıyordu. On iki tane de öğrencisi varmış. Öğrencisinin birinin resme müthiş yeteneği varmış, hatta onu çizmiş, Sena çok beğenmiş. Bir öğrencisi başlarda Sena'nın diksiyonunu çok garip bulmuş. Sınıfta soba yakıyorlarmış, bir öğrenci sobada elini yakmış, Sena pansuman yapmış. Çocuğun annesi hemen teşekkür etmek için akşam yemeğine davet etmiş. 3-4 öğrencisi Türkçe bilmiyormuş, ilk öğrendikleri kelime ise anne olmuş, bir ara Sena'ya anne diye seslenmişler. O bunları anlattıkça içim ısınıyordu. Şimdi buralara kar yağıyor ama baharda mutlaka uğra demişti. Şu an yollar kapalı. Uğrayacaktım, baharda güzel planlarım vardı.


Tabii hep güzel haberler vermiyordu Sena, bir kere beni aradığında canı sıkkın gibiydi. Nedenini sordum, söylemedi, uzun süre ağzında tuttu. En son dayanamayıp anlattı. Bir kız çocuğu var dedi. Yaşı 13-14, beni istemiyor, yani hep kötü gözle bakıyor bana. Sürekli eleştiriyor, evet, çocuktur, yapar ama bu farklı, çözemiyorum. Köye dışarıdan geldiğim için kabullenmiyor belki de beni, bilmiyorum. Yetim, annesi de okula pek gönülsüz gönderiyor. Ama öyle de saf bir çocuk ki dokunsan ağlayacak. İnanır mısın bu aralar neredeyse okul binasını örtecek kadar kar yağıyor buraya. Neredeyse her sabah kapının önünü kürüyoruz. O bile zorlamıyor ama bu çocuğa ulaşamıyorum ya, bu zorluyor beni. Kendimi kötü hissediyorum.

Evet ama ondan hariç senin hayatına dokunduğun on bir öğrencin daha var, onları neden düşünmüyorsun dedim. Benim görevim ona da ulaşmak, ben onun da öğretmeni değil miyim dedi. Haklıydı. Bir şey diyemedim.


Bahar gelince ben de tekrar o Doğu iline gittim. Köy bahar ayında ayrı bir güzeldi. Dağların yamaçları ve köyün çevresi adeta bir çiçek tarlasına dönüşmüş, renkler cümbüş olmuş dolup taşmıştı. Arıcılar da gelmişti köye. Onlar da benim gibi misafirdi. Göçebe arıcılar diyar diyar gezdiriyorlardı arılarını.

Ve biz de artık nişanlanmıştık. Sena'ya olan süprizim buydu. Küçük bir akarsuyun yanına oturmuş kendimizce bunu kutluyorduk. Koyunlar yine etraftaydı. Sena'nın öğrencileri de bizi yalnız bırakmıyordu. Papatyalardan taç yapıp Sena'ya getiriyorlardı. Benimle tanışmak içinde çok istekliydiler. Soru yağmuruna tutuluyordum. Onca sevincin, neşenin arasında Sena uzaklara daldı bir ara. Neyin var diye sordum, arıcıları izliyordu. O hep bahsettiğim kız çocuğu var ya dedi, şu arıcılar geldiğinden beri yanlarından ayrılmıyor. Ne yapıyor arıcıların yanında dedim. Bilmiyorum, annesiyle de gitmiyor ya, tek başına gidiyor ya da amcaoğluyla. Küçücük kız çocuğunun yanında annesi olmadan yabancı insanların arasında ne işi var dedim. Ben de onu sorguluyorum ya, diye cevap verdi. Belki akrabalarıdır arıcılar dedim, hayır dedi, akrabaları felan değil.


Bu konu öylece geçip gitti, basit bir sohbetti işte deyip hatırımdan dahi çıkartmıştım belki de. İzmir’e tekrar döndüm. Sena ile haberleşmeye devam ediyorduk. Bugün dedi kız yanıma geldi. İzmir’i sordu, neler var orada dedi. Anlattım. Ben de gidebilir miyim bir gün diye sordu. Evet dedim, hatta liseyi orada okuyabilirsin, hem burs da alacaksın sen liseye geçince. Ben her şeyi ayarladım. Şaşırdı önce, gözlerinde bir umut ışığı sezdim. Biliyor musun, hayatındaki tüm kadınlar annesi, anneannesi, teyzeleri ve kuzenleri hep erkenden evlenip köyde kalmışlar. Burada kadınların kaderi biraz bu, diye anlattı. Bunları duyduktan sonra küçük kız ben evlenmeyeceğim demiş. Oraya da gitmeyeceğim. Orası neresi? Konuyu değiştirmiş sonra, orasının neresi olduğunu söylememiş. Zaman zaman diyor Sena, ders arasında veya okuldan sonra yanıma uğrayıp böyle bir şeyler anlatır veya sorardı. Tam onu kazandım derken bazen de gelir, seni buraya niye gönderdiler ki? Kim gönderdi seni diye çıkışırdı. Alışmıştım, sebaat gösteriyorum diyordu.


Ne olduysa o gün oldu. Gece yarısıydı, Sena beni aradı. Arıcılardan biri şu an evin etrafında dolanıyor dedi. Öylesine endişelendim ki elim ayağıma dolaştı, ne yapacağımı bilemedim. Elimden bir şey gelmiyordu otobüse binip gitsem yirmi saatlik uzaklıktaydım. Çaresiz hemen muhtarı aradım, nedir diye sordum, korucudur, devriye atıyordur dedi. Arıcılardan birisiymiş dedim, yüzünü görmüş Sena. Allah Allah ağam, olacak iş değil, ben korucuya söylerim kolaçan eder ortalığı, sen meraklanma dedi. O gece uyku bana zehir oldu.


Ertesi sabah işler iyice karıştı. Okula kimse gelmedi. Hiçbir çocuk o gün okula uğramadı. Sena tek tek köylülerin kapısını çaldı ama kimse açmadı. Evdeydiler oysa. En son muhtarın karısı çıktı kapıya, beyim ilçeye gitti deyip ikinci soruya fırsat vermeden o da kapattı kapısını. 

Köyde bir ölüm sessizliği... Kimsecikler evden çıkmıyordu, tarlalar boştu. Koyunlar hala ağıldaydı. Olacak iş değil. Sena okula döndü, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor ama akıl sır erdiremiyordu. Bütün gün matem sessizliğinde geçti, köyde ezan dahi okunmadı. Hava karardı, Sena'nın kaygısına kaygı eklendi. Aklından binbir soru geçiyordu. Ya o arıcı hala civarlardaysa? Dün ne için izliyordu evi? Ne arıyordu? Kimdi bu adam? Neden köylünün sesi soluğu çıkmıyor? Çocuklar nereye gitti? Ne oluyor burada? Telefona davrandı ama hayır, yine çekmiyordu. Çaresiz ve tedirgin bir halde olur da bir hareketlilik olursa diye sürekli camdan dışarıyı gözetliyordu. Sonra ansızın köpekler havlamaya başladı. Sena'nın tüyleri diken diken. Tüllerin ardından baktığında bir el feneri ışığının ardında yürüyen üç dört karaltı görebildi. Koruculardı bunlar. Bir yerlerden dönüyorlardı. Işıkla beraber belli müddet sonra yavaş yavaş gözden kaybolup yittiler. 

Yaklaşık on beş dakika sonra bütün köyde elektrikler kesildi. 

Sessizlik.

Ve bir keleş patlaması duyuldu. Keleşin o beklenmedik, alışılmadık korkunç sesi Sena'nın kulaklarında yankılandı. Zaman durdu. Yere attı kendini Sena. Kesilmiyordu sesler. Duvarda delikler açıldı, camlar patladı ve bir fişek hızla Sena'nın tam dibinden geçti. Bir ölüm sesi gibiydi havayı yaran o ses. Korkuyla çığlık attı. Yer yarılsa da içine girsem diyordu. Kendini siper edecek bir şeyler arıyordu. Tek göz oda, nereye saklansın? Nereden geliyor bu sesler, bu fişekler? Kim neden ateş ediyor? Tetiği çekenler kim? Bilmiyor. Beklemiyor. Ansızın her şey. Keleş sesine karşılık korucuların G3 sesleri. Patlayan silahlar, düşen kovanlar ve vızırdayan fişekler… Bağrışmalar... Havlayan köpekler... Ahırlarda korkuyla tepişen hayvanlar... Ağlayan kadınlar, tireyen çocuklar…

Ve, ve bir meşaledir sönüp de düşen yere. Kararan aydınlıktır solan dünya. 

Bir ağıt yankılandı ulu dağların yamaçlarından. Nenniledi dağlar. Bu topraklar yaratıldı yaratılalı ve insanoğlu bu topraklara ayak bastı basalı sanki lanetlenmişçesine bu güzelim topraklar, bitmeyen ölümlerin ardına yakılan bir ağıtla nenniledi. 

Binlerce yıl öncesinden gelen ve bugün de acı içindeki kadınların, dertli dengbejlerin soluksuz bir şekilde devam ettirdikleri ağıtla... Gökte kartallar uçtu aşağıda olan bitenden habersiz. Güneş yine doğdu, yine şafak söktü. Yine insanlar öldü. Bir ağıt yankılandı dağların arasından. Ölen nice canın ardından. Çobanların acılı kaval sesleri eşlik etti ağıtlara. Nenniledi dağlar çiçeğinden kuşundan böceğinden suyundan kokusundan...


Geriye bir şiir kaldı Sena'nın masasında:

"Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum

Bütün çiçeklerini getirin buraya,

Öğrencilerimi getirin, getirin buraya,

Kaya diplerinde açmış çiğdemlere benzer

Bütün köy çocuklarını getirin buraya,

Son bir ders vereceğim onlara,

Son şarkımı söyleyeceğim,

Getirin, getirin... ve sonra öleceğim"


Ve hayat tekerrürden ibarettir.

Ben şimdi ilk gördüğümde şaştığım o Doğu ilinin aynı yüce dağların üstünde uçmakta olan bir helikopterin içinde elimde tüfeğim, sırtımda çantamla bir not bırakıyorum tarihe. 

"Bize ne uzak bize ne yakın ölüm, ölümsüzlüğü tattık bize neylesin ölüm.” Vesselam.




"Ayşenur Alkan, Necmettin Yıldırım, Şenay Aybüke Yalçın ve bu uğurda canını feda eden nice eğitim şehidimizin anısına…"