Gecenin yorgunluğunu üzerinden atıp, kendini topraktan ayağa kaldırmaya çalışan kış sarısı çayırlar vardı bahçesinde. Gece yağan yağmurun ıslaklığını en derininde hissediyorlardı belli ki. Küçük eski bir ev. Belki otuz yaşında, belki daha da eskiydi. Yorgunluğu, merdivenlerinin bitmişliğinden belli oluyordu. Birkaç basamakla çıkılan uzun balkonun korkuluğu yok. Bahçeyi kucaklamak istercesine açık ve özgür. Evin solmuş rengi, yaşanmışlığın hüznünü yansıtıyordu bakan yüreklere. Bacası tütüyor muydu hatırlamıyorum.


Küçük bir kız çocuğu. Dokuz on yaşlarında belki de. Siyah şalvarcığı ve pembe kazağıyla belli ki şimdi çıkmıştı ahşap kapılı küçük evin balkonuna. Doğu yönünde yavaş yavaş yürürken hemen balkonun dibinden başka bir can eşlik ediyordu ilerleyişine. Sarımsı tatlı renkli genç ve hareketli bir köpekti arkadaşlığına sahip çıkan. Kız çömeldi ve aynı anda köpek de patilerini balkonun soğuk zeminine atıverdi…


Günlerden şubat ortası. Hava nispeten sıcak. Güneş batış istikametinde yol alıyor. İnsanlarda bir telaş, bir gayret. Günü sona erdirirken, yapılacak işleri yetiştirmenin koşturmacası. Kimileri için gün yeni başlıyordu oysaki. Saat 15.30 civarları. Güneşin açısı tam da hayallere dalmalık. Yine küçük bir an ilişti gözlerimden kalbime her zamanki gibi. Belki beş, belki on saniyelik küçük tatlı bir an.


Sonrasını bilemiyorum tabii ki. Ne kadar kaldı o kız balkonda ve ne kadar arkadaşlık etti genç tüylü arkadaşıyla? Her gün tekrarlanıyor muydu bu seremoni? Ya da ben mi ilkine veya sonuncusuna denk gelmiştim. Hiç bilemeyeceğim. Hızla ilerleyen minibüsün camından yakalayarak başkalarının anlarını, kendi yolculuğuma devam ettim.


Bir başka yerde yine bir ev, mavili beyazlı. Bu kez bomboş. Belli ki yıllar önce bırakılmış kendi haline. Bahçesi karışık, camları kırık. İleride bir grup insan. Ne konuştuklarını tahmin etmek güç. Devam ederken gidiş; uzakta dağlar, yakında ağaçlar, bir yerde kuşlar, bir yerlerde dumanı tüten bacalar. Bir yerlerde yaşanan farklı yaşamlar. Her yaşamdan, hayal haneme yazılan birkaç sahne...


Senin de oluyor eminim! Bir yolculuk esnasında ya da bir duruşta. Bir camdan bakışta ya da bir göz atışta. Yakaladığın o küçük anlar, başkalarına dair zihnine kaydedilen. Çoğu silinip gidiyor tabii ki. Ne kendileri biliyorlar senin yaşamına katıldıklarını zamanın bir anında. Ne de sen biliyorsun başkalarının hayatına katıldığını yaşamının bir anında. Kesit kesit bir film gibi işte. Oyuncular farklı, zamanlar farklı, mekanlar farklı. Ama hep “bir an” içinde. Senin otuzların, diğerinin onlu yaşlarıyken; aynı dilimini tüketiyor olmak zamanın. Ne zaman başlayıp nerde son bulacağını bilmeden bölüştüğümüz şu zaman denen akışın.


Bir eve bakıp geçmişini düşünmek. Bir ana bakıp kendi anlarınla karşılaştırmak. Kendi çocukluğuna dönmek; ya da kendi yaşlılığını hayal etmek. Bir “an”da bulmak belki de o sorunun cevabını. Sana ait olmayan ama senin pencerene yansımış o “an”da vermek belki de hayatının kararını.


Uzun zamandır aklımda olan düşünceleri nereden başlayıp nereye götüreceğimi bilemediğim için yazamıyordum yine. Olur ya kilitlenir bazen dilin. Yazmaz olur ellerin. Görmez olur gözlerin. Bir işaret beklersin ve tam oradan başlarsın tekrar. Bu yazı da yine tam olarak öyle doğdu işte. Sancısını çekmediğin bir bebek ne kadar seninse; hissetmeden yazdığın yazı da ancak o kadar senin!


Hep düşünürüm mesela. Benim aklımda kalan o küçük anlar bana ne katacak? Neden görmem gerekiyordu? Şahitlik mi bu bir başkasının bu dünyada gerçekten yaşamış olduğuna? Ya da fuzuli mi gözlerime yansıyanın kalbime de dokunuyor oluşu? Bir kedinin su içişi. Bir kuşun kanat çırpışı. Bir çocuğun ağlayışı. Bir trenin kalkışı. Bir teyzenin balkona su atışı. Bir amcanın fırından ekmek alışı. Bir dolmuşçunun savurduğu küfür. Bir yolcunun ilk durakta inişi. Ne kadar önemli ki benim hayatımda?


Ve yine düşünürüm. Bir başkasının gözlerine yansıyan anlık bir gülüşüm ne etki bıraktı onun hayatında? Bir sinirli bakışım nasıl etkiledi onu? Bir adım atışım, bir yan bakışım, bir cümle kuruşum ya da sadece önünden bir kez geçişim nasıl yansıdı onun ruh dünyasına? O an; benim yaşadığım gibi mi yoksa onun algıladığı gibi miydi? Gerçekte olan hangisiydi. Kimlerin göz çukurlarını, hangi hallerim doldurdu bu güne kadar acaba? Hangi fotoğraflarım çekildi kimlerin bellek makinelerinde.


Yaşam dediğimiz şey kendi anılarımız mı, yoksa başkalarında bıraktığımız o küçük anların toplamı mı? Bir an yaşarsın ve o anı gören her insanın gözünde başka bir sen olursun. Hangisi gerçek seni yansıtıyor acaba? Duygusuz bir bakışla bakanın gördüğü mü? Seni sevenin gördüğü mü? Ya da seni hiç tanımadan, sadece o anına şahitlik edenin gördüğü mü? Hangisi sensin? Hangisi olmak istersin? Olmak istediğin kişiyi gerçekten canlandırabilir misin?


Günlerden şubat ortası. Hava nispeten sıcak. Güneş batış istikametinde, ben tam tersinde yol alıyoruz. İçimde farklı bir huzur var bugün. Kendimi affettiğim ve hala mahkemede olduğumuz düşüncelerim var. Yine de yolda olmak haz veriyor. Gittiğin yer değil; gidişin önemli diye hatırlatıyorum tekrar kendime.


Derin bir nefes daha çekiyorum, minibüsün her zaman oturduğum sol tarafının ikinci koltuğunda. Gözüme dolan ve dışarıdan akıp giden yaşamın aklımda kalan küçük anlarını yorumlayarak ilerliyorum. Bir ben daha oluyorum kendime uzaktan bakan. Gülümseyen dudaklarımı seyrederken yukarıdan; bir şükür daha dillendiriyorum kalbimin tam ortasından.


“İyi ki” diyorum, “Yaşamım, deliliğin şu sınır noktasında!”