Annem, elindeki ipin diğer ucunu tahta beşiğin ayağına bağlamış; sarkaçlı bir saat gibi aynı ahenkle sağa, sola devirmeden Ahmet’le birlikte götürüp getiriyordu. Başındaki yazmasının artan kısmını ağzına bir perde gibi indirip sessizce sızlanırken, gözlerini ahırın kapısına dikmişti. Sanki yorulmuş, uyuşmuştu ama utancından dile getiremiyordu. Bunu sık sık seyrelen gözlerini takip ederek hemen anlayabilmiştim. Hastaydı. Her mevsim katlanmaya devam eden göz kapakları ve uzayamadan düşen kirpikleri hastalığının ilk belirtileri olarak katılmıştı aramıza. Şimdi ise günden güne solan yüzü alnındaki derin çatlaklara karışıyor, çenesindeki çukur onu ölüme hazırlayan derin bir mezara dönüşüyordu. Dur durak bilmeyen yaşlılığı sanki benden daha hızlı büyüyordu. Ama her şeye rağmen ayaktaydı annem. Süt sağarken de görürdüm onu yoğurt mayalarken de. Dipsiz kuyulardan bidonlara su çekip omuzunun üzerinde taşırken de. O suyun nehre dönüşen bir bereketi vardı eşiğimizde. Hiç bitmez, hiç tükenmez, hiç susuz kalmazdık. Yıkanırdık, içerdik ve çiçekleri ıslatırdık. Güllere bahar getiren annemi şafakları uğurlardım tütün tarlasına. Gün boyu güneşle boğuşacağını, terleyip yığılacağını, burnunun biraz daha kızaracağını bilerek. Yanına birkaç lokmadan fazlasını almadan, şalvarına tutunmayı başarmış dikeni önemsemeden kavrardı çapasını. Hiçbir sitemi olmadan giderdi öylece. Ve gidişiyle çoban sürülerinde de bir göç başlardı. O ufuktaki çizgiye ulaşana dek… İneklerin ahıra döndüğü vakit dönerdi evine. Bir gaz lambasının altında yıkanırdı önce. Sonra da yatağına bir tül çekerek kocasına teslimiyetini sunardı. Her teslimiyette biraz daha hastalanıyor, biraz daha yaşlanıyor, bir kirpiği daha düşüyordu sanki. Her şeye rağmen ayaktaydı annem ama bir devrilirse bir daha kalkamayacağını Tanrı benden daha iyi biliyordu. 


Annemin yanına çöküp bağdaş kurduktan sonra elindeki ipe asılarak “Ben sallamak istiyorum kardeşimi.” diyordum. Dudaklarını göstermeden gözleriyle bana bakarak gülümsediğini hissediyordum ama yine de mahcubiyetle gevşetiyordu ipin ucunu. Sanırım hiçbir çocuk annesini yorgun ve düşkün görmek istemezdi. Belki annem de bunu biliyordu. Belki o yüzden itiraz parmağını kırmış ve yerini susuşlara bırakmıştı. Ben dışına yansıyanları görebiliyordum sadece. İçindeki asıl yıkıntıya tanıklık eden bu köydü. Ve onu parça parça koparan da. Bir konuşsa iyileşip gençleşecekti. Kirpikleri yeniden uzayacak, yüzündeki ölü deri dökülecekti. Fakat konuşmuyordu. Dilinin altında sakladığı söz hakkını da iki oğluna kurban etmiş, tükürüğünü midesine kadar yutmuştu. Bize değil içine küsmüştü ve bu küskünlüğü artık şakaklarından süzülüyordu. Başımı annemin o talihsiz omuzuna yaslayarak avlunun diğer köşesinde gölge veren, sırtını duvara dayayıp sardığı tütünü titizlikle dilinin ucuyla ıslatan babamın o merak uyandıran sözlerine kulak kabartmaya başlıyordum.


“Hatırlar mısın Halime? Yıllar önce köye kar yağmıştı. Hiç durmadan lapa lapa bir hafta boyunca hem de. Tüm ahalinin sarı, kurak olan avlusu beyaz bir toprakla kaplanmıştı. Neşe ve sevinç nidaları tüm köyde yankılanıyordu. O günlerde ben ve rahmetli kardeşim karın üzerinde boyna güreşir, tepişirdik. Sonra her çocuk gibi evin damına çıkardık. Yumruk kadar sert ve büyük olan kar toplarını yapar, birbirimize atardık. Avuçlarımız, kulaklarımız morarana dek. Soğuktan heyecanımız ve gücümüzü yitirinceye dek. Çok üşürsek eğer eve girer sobanın yanına kıvrılırdık. Annem ayak basılmamış, el sürülmemiş kardan bir tencere getirip üzerine pekmez dökerek bize yedirirdi. Kara doymamızı, tadına varmamızı kısacası onu her türlü yaşamamızı isterdi.”


Babam, hasretle geçmişini yad ederken sigarasından bir duman çekti. Sonra elindeki bardaktan bir yudum çay alırken annem başını aşağı yukarı sallandırıp “Hatırlamam mı? Çocuktuk hepimiz. O kar taneleri kadar saf ve temizdik.” dedi.


Babam, annemin hafızasını yoklar gibi tekrar söze girdi. “Ama sen Eşref abinin hanımını hatırlamazsın, ne acı çekmişti kadıncağız. Köy ahalisi telaşla evine çekilmiş, çoluk çocuk dua ediyordu onun için.”


“Nasıl hatırlamam! O çığlıkları duyan köyün horozları bile ötmeyi kesmişti. Kar yüzünden yollar kapanınca bu garibanın doğum sancısı tutmuş, çocuk rahme dayanmış, çıkmak için can atıyordu ama ne kasabadan köye ne de köyden kasabaya araba gelebiliyordu. Eşref abi, dedemin yanına gelip “Hacı amca, sizin şu deli Poyraz'ı verin de hanımı kasabaya kadar yetiştireyim. Poyraz güçlüdür, yamandır. Ancak o aşar bu karlı ovaları. Yoksa yeminle bu kadın için istemiyorum, çocuk belki erkek olur da ailemiz büyür.” deyince; hacı dedem “Ne fark eder evladım, çocuk çocuktur ayrım yapılmaz. Bu sözlerini duymamış olayım ha. Vallahi Allah gözümüzden çıkartır.” diye uyarmış, sonra çizmelerini giyip Poyraz'ı ahırdan almıştı. Kadıncağızı yorgana iyice sardıktan sonra kızağa sırtüstü yatırmışlardı. Eşref abi de Poyraz’ın kalın gövdesine binince “Dehh...” deyip kıçına bir tane şaplak indirmiş, Poyraz dört nalıyla beyazlığın arasında kaybolmuştu. Çok değil, birkaç gün içinde kar eriyince Poyraz, uzaklarda köyün girişine doğru ilerlerken görülmüştü. Muhtar dahil çoluk çocuk hepimiz orada toplanmıştık. Poyraz onuruyla, verdiği mücadeleyle başı dik; heybetli göğsüyle köye girmişti. Burnundan soluduğu nefesiyle engin ovaları nasıl aştığını gösteriyordu. Eşref abi, kadıncağızı ve kucağındaki yavrucağı beygirin sırtından indirip doğruca hacı dedeme koşarak elini öpmüştü.


Hacı dedem, “Allah analı babalı büyütsün, adı nedir bu yavrucağın?" deyince, "Berfin" demişti Eşref abi. Berfin şimdi kocaman bir kızcağız oldu hatta Eşref abiye de erkek bir torun verdi.”


Babam, sigarasından bir duman daha alarak “Mekânı cennet olsun. Hacı deden iyi bir insandı Halime. Onun gibiler kalmadı bu dünyada. İnsanlar değişiyor, su bile eski yatağında akmıyor artık.” deyip, bardağa yeniden çay dökmek için doğrulurken kucağında apansız bir gürültü patlıyordu. Yüzünü biraz telaş biraz da şaşkınlık sarıyordu. Beşiğin ipini hemen bırakıp merakla babamın yanına koşuyordum. Sanki görmemi istemediği bir şeyler vardı avuçlarında. Yoksa hiçbir şeyi esirgemeyen avuçlarını bana bir kalkan gibi doğrultmazdı. İyice yaklaşıyordum. Ben yaklaştıkça gevşiyordu avuçları. Çekimserliği azalıyor, kalkan iniyor, saklanacak bir şeyin olmadığına kanaat getiriyordu sanki. Benekli ve sürülmüş toprağı andıran tüyleriyle elinde duran serçeyi inceliyor, parmak uçlarıyla dokunuyordu.


“Ne olmuş?”

“Vurulmuş.” 

“Vurulmak nedir?” 

“Biraz acımak, biraz kanamak ama sonunda iyileşmektir." 

“Peki şimdi ne yapacağız?”

“Onu iyileştireceğiz.” 

“Nasıl?”

“Önce ona sıcak bir yatak yaparak. Hadi benimle gel.”


Babamın peşinden ahıra sürükleniyordum. O balyalardan birkaç tutam saman söküp alırken ben vicdanımın sevinçle olan boğuşmasının arasında hakem olarak kalıyordum. Artık bir serçeye sahip olduğumuz için sevinmeli mi yoksa vurulmuş olduğu için üzülmeli miydim? Tam olarak ne hissettiğimi, neye karar vereceğimi bilemiyordum.


Serçe hala babamın avucunda duruyordu. Baygın sayılacak kadar hareketsiz, ötemeyecek kadar dilsizdi. Ahırdan ayrılıp eve götürüyorduk onu. Babam mutfaktan aldığı derin tabağın içine seriyordu saman tutamlarını. Elindeki nemli bezle serçenin gagasına ve gözünün etrafına dağılan kuru kan lekelerini temizliyor, yarasına merhem sürüyordu. Yutkunup duran serçeyi usulca samana yatırdıktan sonra evimizin dağlara dönük penceresine koyuyordu tabağı.


“Yatacak yerini yaptığımıza göre şimdi de onu besleyelim.” 

“Serçeler ne yer ki?”

“Yaralı olmasaydı her şeyi yerdi ama şu an yiyemez. Koş kümesten bir yumurta kap gel ona yemek yapalım.” 


Babamın sözlerinden sonra aç bir tilki gibi koşturarak kümese dalıyordum. Kaçışan ve bağrışan tavukların arasından çekip alıyordum yumurtayı. Kümeste bir tüy fırtınası bırakarak... Babamın yanına döndüğümde ise beni iki şırınga ile beklediğini görüyordum. Şırınganın birine yarıya kadar su doldurmuştu. Getirdiğim yumurtayı bulamaç yaptığı kabın içine kırıyordu. Bulamaçı iyice karıştırarak şırıngayla çekiyor, serçenin gagasını aralayıp kursağına bırakıyordu. Sonra su ile dolu olan şırıngayı alıp birkaç damla döküveriyordu. Babamın yazdığı bu reçetesiz ilaç tam yedi gün boyunca sürmüştü. Ve ben yedi gün boyunca kümesle serçe arasında mekik dokuyordum. İkmal hattını korumak, yumurtayı sağlam getirmek bana babam tarafından verilen soylu bir görevdi. Sonunda ilaç yavaş yavaş tesirini göstermeye başlamış, serçe ayaklanarak gözlerindeki parıltıyı tekrar kazanmıştı. Artık yattığı yer dar geliyor, pencerenin etrafında ince ayaklarıyla sendeleyerek adımlar atmaya çalışıyordu. Onu öyle gördükçe içim titriyordu. Acaba benim ona üzüldüğüm kadar o da kendine üzülüyor muydu? Bilemem... Bana kimden kalmıştı merhamet denilen bu miras... Ona sıkıca sarılıp bağrıma basarak göğüs kafesimin içine yerleştirmek istiyordum ama yine vurulmuşa döner, nefessiz kalıp kanamaya başlar diye korkuyordum. Yapabildiğim yalnızca annemin Ahmet’in başını okşadığı gibi onu okşamaktı. Bazen de babamın arka cebinde gezdirdiği tarağını ödünç alarak tüylerini taramamdı. Bunları yaparken hiç gocunmuyordum çünkü o benim ilk arkadaşımdı. Onun da hoşuna gitmiş olacak ki beni gördüğünde artık kaçmaya çalışmıyordu. Tam aksine ellerime yanaşıyor, kesik kesik öterek rüzgâr estirmeyen kanatlarını çırpıyordu. Bu sevinç göstergesinin altında bir güvenin saklı olduğunu hissediyordum. Güveni o benden istememişti. Ben ona vermiştim ve minik kalbine işlemiştim. Nasıl başardın diyecek olursanız bunun da reçetesi yoktu. Sanırım zaman ve merhametle oluşuyordu. Serçeyle pencerenin kenarında vakit geçirdiğim anlarda babam içeri giriyordu.


“Ona bir isim koydun mu?”

“Hayır, koymam mı gerekli?” 

“Yakında gidecek. Onu ismiyle hatırlamak istemez misin?” 

“Gitmek mi? O bizimle mutlu değil mi? Neden gitsin ki?”

“Evet mutlu ama daha mutlu olacağı bir yeri var.” 

“Neresi?”

“Gökyüzü... Onların gerçek yuvası orası ve en çok orada mutlu olur.” 

“Gitmesini istemiyorum. Hem biz arkadaş olduk.”

“Evet arkadaş oldunuz ama yine de gitmek isteyecektir.”

“Öyleyse bir kafese koyalım, gidemesin.”

“Olmaz.”

“Neden ya? Neden?”

“Onu özgür bırakmalıyız.”

“O zaman tavukları neden özgür bırakmıyoruz?”


Babam bu söylemime hemen cevap vermedi. Biraz duraksadı. Beni kucağına alıp ne söyleyeceğini pekiştirir gibi,

“Şimdi beni iyi dinle koca adam. Özgürlüğü bilmeyenin özgürlük gibi dertleri de olmaz. Bu tavuklar hep bizimle ve o kümesin içindeydiler. İlk solucanı da burada yediler, ilk yumurtayı da burada verdiler. Başka yerden gelmediler. Yani yuvaları burası. Bazen toprakta gezsinler diye kümesin kapısını açıyoruz. Kaçıp giden oldu mu hiç? Bahçede dolaşıp tekrar kümese giriyorlar. Çünkü burada mutlular. Mutlu olan hiç kaçıp gider mi? Ama bu serçe öyle değil. Hâlâ yalnız ve tutsak. Böyle yaşayamaz. Kendine eş bulmalı, sürekli uçmalı, kanat çırpmalı, ovalara ve güneşe yakın olmalı. Çünkü o bunları yapınca mutlu oluyor. Onu tavuklar gibi düşünme. Şöyle düşün “Evimize gelen bir misafiri kapıları ve pencereleri kilitleyerek içerde zorla tutabilir miyiz?”

Sadece “hayır” diyebiliyordum.


“Heh! İşte bu minik de bizim misafirimiz. Şans eseri evimize geldi ve ne zaman gideceğine o karar verecek. Umarım beni anlamışsındır. Şimdiden bir isim bulursan iyi edersin.” diyerek beni kucağından indirip pencerenin kapısını açıyordu. Yüzüme akan serin yel sarsılmama yetiyordu. Serçenin bir ömür boyunca yanımızda kalacağını düşünürken günün birinde gideceğini öğrenmek boğazıma düğümler dizmişti. Ağlamak, kendimi yerlere atarak babama serçenin kalması için yalvarmak istiyordum. Fakat bunları yaparsam babamın daha çok kızacağını da biliyordum. Ben onun dediklerini anlamıştım da o beni anlayamamıştı. Kanamıyordum ama canım acıyordu. Babama değil, serçeye sormak istiyordum. Bu da vurulmak sayılıyor muydu? Evdekilere görünmeden ahıra koşuyordum. Ve kimseye hesap vermeden hüngür hüngür ağlarken buluyordum kendimi. Üzerine savrulduğum saman balyaları sanki birer buluta dönüşüyordu ve bir arayış başlıyordu zihnimde. Serçenin gökyüzündeki yuvasını, oradaki mutluluğu bulmak istercesine. Hatırlıyorum binlerce kilometrelik mavilikler kat ettiğimi ve dalıp gittiğimi. Mutluluğu tattığımı ve özgürce yaşadığımı. Sonra bir el uzanarak çekip koparıyordu beni. Kaç zaman kalmıştım o maviliklerde? Bilemiyordum ama içimin geçtiğini, sızıp kaldığımı yeryüzüne tekrar indiğimi çıkıntılı bir omuzun üzerinde yük gibi taşındığımda anlıyordum. Henüz gözlerim açılmamış mıydı? Yoksa etrafım alacakaranlık mıydı? Hiçbir şey göremiyordum. Yalnızca hissediyordum içime düşen bir korku çığıyla sürüklendiğimi. Beni kim, nereye götürüyordu? Şimdi çığlık atsam sesim kaç köy öteden duyulurdu? Kaç köyün ağası silahlı adamlarını sesime gönderip bu çıkıntılı omuzlardan kurtaracaktı beni? Yoksa sesime korkaklık bulaştı diye o tüfeklerin mermileri benim göğsüme mi dizilecekti? Bu ayıp zaten ölümden beter sayılırdı. Korkaklığımla cesaretlenen köyün diğer çocukları tarafından bir ömür hırpalanıp yüzüme tükürükler yemez miydim? Bu hallere düşmemeliydim. Hanemize yakışmazdı. Gerekirse dövüşmeli, bir delikanlı gibi kendim boğazlamalıydım üzerinde yol aldığım celladımı. Önce iki elimle sarılıyordum boynuna. Sonra yeni yeni güçlenmeye başlayan kollarımla sıkmaya başlıyordum gırtlağını. Bir öksürük sesi duyuluyor ve duruluyordum.


“Yavaş ol eşek sıpası boğacaksın beni. Hem başka yer mi kalmadı burada uyumuşsun.” diyordu.


Bu babamın sesiydi. Hemen tanıyordum onu. Bu güvenin ve kurtuluşun sesiydi. Üzerimdeki çığ kalkıyor, gözlerim açılıyordu. Sanki eski bir ölü yeniden dirilmek için topraktan doğrulup güneşe doğru yürüyordu. Sanki İsa’nın nefesi tam yüzümde buram buram tütüyordu... Her yer öyle aydınlık öyle ferahlıktı. Kurtuluyordum. Kurtuluşa erişirken de serçeyi düşünüyordum. Madem ki tutsak, onun da benim gibi kurtulmasını, özgürce kanat çırpmasını; ötüşünün hiçbir şekilde kesilmediği diyarlara, sevdiği çiçeklerin tohumunu gagalayıp mutlu olduğu dallara kavuşmasını istiyordum. İşte bu yüzden adına “Kurtulmuş” diyordum. 


Tanyeri yaklaşınca bir veda havası kaplıyordu yüreğimi. Uyanıyordum ama hemen kalkamıyordum. Yatağı çok sevdiğim için değil, vedaları sevmediğim içindi bu puslu ağırlık. Babamın sürekli nasihat olarak verdiği o söz geliyordu aklıma. “Yapabileceğin bir şey yoksa kabullenmelisin; kabullenmek vicdanın dermanıdır, sargısıdır. Ağrılarını dindirir.” Bu söz bendeki anlamını artık kaybetmeye başlıyordu. Serçenin gideceğini her kabul edişimde biraz daha darlanıyordum. Aldığım nefesler azalıyor, şişen yüreğim kızgın bir sözle dağlanıyordu. Birazdan gidip serçeye verdiğim ismi söyleyecektim. Umut ediyorum ki ismini beğenir ve o ipeksi tüyleriyle tekrar ellerimin arasına sokulurdu. Bir kısraktan daha delice titreyip gagasını boynuma sevinçle sürterek omuzlarımda ayak basılmamış yer bırakmazdı. O ayakların tenimde hiçbir iz bırakmadığını görünce şaşırırdı belki. Ama yine de anlamalıydı asıl izin yüreğimde kaldığını. Ve o izin bende bir yara açtığını… Halimi görürse eğer benim için birkaç hüzünlü ötüş dile getirirdi. Hem içinde hüzün olmayan bir veda olur muydu ki? İçimde büyüttüğüm ve şah damarıma doğrulttuğum o acıyla yataktan kalkıyor, yarasını önceden aldığım bir vedaya doğru ilerliyordum. Yanağımdaki bir avuç utangaçlıkla aralıyordum kapıyı. Kapı aralanıyordu fakat Kurtuluş’u göremiyordum. Samanlı döşeğinde durmuyordu. Üstelik odada ne bir ses ne de bir kıpırtı olmayınca bir şeylerin ters gittiğini hissediyordum. Sanki karnıma bir felç giriyor, kızgın bir telaş parmak uçlarıma dokunuyordu. Ve ben o telaşla kiriş aralarından tahıl ambarına kadar her yerde onu arıyordum. Merakla içine girebileceği, sıkışıp kalabileceği tüm köşelere bakıyordum. Ama köşeler hep boştu ve o yoktu. Sanki o pencere kenarında hiç olmamış, hiç ötmemiş ve hiç yaralanmamış gibi bir yokluktu bu. Hınca hınç bir gerginlik çöküyordu bedenime. Saçlarımı yolmak, ortalığı dağıtmak istiyordum. Babamın ilkbahar aylarında sıvasını yenilediği şu kerpiç evi yıkasım geliyordu. İki elimle kaldırıyordum o eski balyozu. İlk esaslı darbeyi hangi kolona indireceğimi hesaplarken bir güç düşündürüyordu beni. Yıksan babana yıkamazsan sana yazık, diye. O an tıkanıyordum. Sakinleşiyor, yıkamıyor ve acizliğimi fark ediyordum. Bu duvarlar değil sanki yıkılan, kalıntılara dönüşen bendim. Aynı pencereden onun baktığı dağlara, uçtuğu gökyüzüne, içinden geçtiği bulutlara bakıyordum. Hangimiz daha suçluyduk? Benim geç kalmışlığım mı? Onun sabırsızlığı mı? Yine gözlerim doluyordu fakat ağlamamaya yeminli gibiydim. Tek bir damlası bile yanağımda süzülmesin diye sıkıyordum dişlerimi. Ve yeryüzündeki ilk ah edişim başlıyordu. Çünkü ilk defa orada karşılaşıyordum. Vedalaşmadan gitmek sadece insanlara özgü değilmiş, gidebilen her varlık için geçerliymiş. 


Bir an annemin o yanık sesi çınlıyordu kulaklarımda. “İsmail kahvaltı hazır!” Yürüyordum ve eksikliğim de yanımdaydı. Sofraya oturunca hemen başlıyordu annemin o kaygı dolu sorgusu “Neyin var, rengin benzin atmış?” diye. Söyleyemiyordum. Yalnızca babama bakıyordum, belki o söylerdi benim yerime. Ama yüzüme bakmıyor, ağzından tek bir söz çıkmıyordu. Beni ve annemi hiç duymamış gibi sakince yutuyordu boğazındaki lokmayı. Kurtulmuş’un gideceğini ilk günden beri bilen babamın şimdi susması zalimliğinden miydi yoksa çektiği vicdan azabından mıydı? Bilemiyordum. Ama susmamalıydı. Çünkü onun susması hepimizi incitiyor, hepimizi susturuyordu. Annemin hala cevap bekleyen yüzüne sırt dönerek kırıyordum ekmeğimi. Henüz ilk lokma boğazımdan geçmeden, tereyağın tadına varamadan, çayın buğusunu dudağımda hissetmeden evimizin eşiğinde birkaç çocuk sesi duyulmaya başlıyordu. Ve ekmeğimiz gibi bölüyordu içimizdeki sessizliği. Sesler gittikçe asabileşiyor, parmak uçlarında yürütülen tabanlar zemine daha sağlam basıyordu artık. Sadece ben değil hiçbirimiz önemsemiyorduk eşiğimizde dolanan ve etrafımızda gürül gürül kaynayan bu sesleri. Ta ki bir mermi kadar sert ve döndürülemez olan o taşın camımızı alaşağı edene dek. Ahmet gürültüyle hemen kaskatı kesilmiş, ince dudakları morarıp hıçkırıklara boğularak ağlamaya başlıyordu. Annemin kırışık bir yorgan gibi Ahmet’i sarıp sarmaladığını, sırf sussun diye ağzına bir çift meme dayadığını görüyordum. Babam tuttuğu sopayı çapraz tüfek niyetiyle omuzunda havalandırarak “Şimdi kırdım ayaklarınızı piç kuruları.” diyerek bir hışımla dışarı fırlıyordu. Birçok şey sığıyordu bu kısacık ana. Ve ben ilk kimi durdurmam gerektiğini bilemiyordum tenimdeki ürpertiden başka. Annemin boşta kalan dizlerine yapışıyordum. Ahmet’i susturduğu gibi benim de ürpertilerimi alsın diye. Başımı okşayıp alnımdan öpüyordu. O zamana kadar sanki hiç öpülmemiş gibiydim. Rahatlıyordum ve öylece kalıyordum dizlerinde. Önce çocuk seslerinin uzaklaştığını sonra tamamen kaybolduğunu duyuyordum. Üstelik babamın da küfürleri kesilmişti. Her şey eskisi gibi olmaya başlayınca işte o zaman tüm cesaretimi toplayarak annemin dizlerinden ayrılıyordum. Kilime dağılan cam kırıklarına basmamak için parmak uçlarımla yürüyerek dışarı çıkıyordum. Bir cam kaç parçaya bölünebilirdi ki? Hem içeriye hem de dışarıya dolmuştu binlercesi. Güneşin birer elmasa dönüştürdüğü kırıklara dalıyordum. Renk renk, dalga dalga vuruyordu yüzüme. Ama beni içine çeken, tüm bu avludan alıkoyan renklerin içindeki esmerlikti. Kovalamacadan soluk soluğa dönen babam, omuzundaki sopayı bir kenara savurarak cam kırıklarının önünde diz çöküyordu. İçindeki esmerliğe bir utançmış gibi dokunmak istemiyordu. Kasketinin tersiyle alnında biriken teri siliyor, gözlerindeki çoğalan yas tesellisiyle bana bakıp “Yanıma gel.” diyordu. Yanına gidiyordum ve yerde öylece yatan esmerliği tanıyordum. Bu Kurtulmuş’tu. Sırtındaki dökülen tüylerden, bir önceki yarasından tanıyordum onu. Boynunu devirmiş, gözlerini kapatmış, bacaklarını karnına kadar çekmiş ve son nefesini vermişti. Avuçlarımın arasına alıyordum onu. Duyar mı duymaz mı bilemezdim ama içimde kalsın istemiyordum. Kulağına fısıldıyordum seslenemediğim adını. Sonra o çok sevdiği gökyüzünden ayrı kalmasın diye avuçlarımı onunla birlikte havaya kaldırıyordum. Ve babama sormadan anlıyordum. Vurulmak bir daha acımamaktı.




(Çizdiği resimle öyküye renk katan Melek Aksoy'a sonsuz teşekkürler.)