Bir aşk romanı. Ve tabii ki romana konu olduğuna göre kavuşulmamış bir aşk. Kavuşulunca büyüsü bozuluyor çünkü aşkın. Ve herhangi bir hikayesi de olmuyor. Burada da aşkı büyüten ve anlatılmaya değer kılan kavuşulmamış olması.

Roman, Dilber isimli esir bir kızın etrafında gelişiyor. Ben burada konuya girmekten ziyade romanda geçen "kölelik"ten bahsetmek istiyorum. Roman, geçtiği dönem itibariyle köleliğin geçerli olduğu bir dönem. Ve Dilber de ticari bir mal gibi köle taciri tarafından satılıyor. Hem de şöyle bir sözleşme ile:


"Çerkez asıllı olan, dokuz yaşında, kul cinsi esir bir kızı, hastalıksız olarak, Harput Mal Müdürü Mustafa Efendi'nin eşine, kırk Osmanlı lirası karşılığında satıp, sözleşmenin tarafı olan hanıma teslim ettiğimi beyan ederim." 


Evet, yanlış okumadınız, bir insan sözleşme yapılarak ticari bir mal gibi satılıyor. Bu utanç özleşmesi ile satılan Dilber'in çilesi satılmakla bitmiyor. Satıldıktan sonra gitmiş olduğu evlerde, ev sahiplerinin şiddeti dahil her türlü eziyetleriyle karşılaşıyor. Onlara her şey yasaktı, tek bir şey serbestti. O da ağlamak. Kitapta şu alıntı bunu çok iyi anlatıyor:

"Ağlamak esirlerin en büyük hakkıdır. Biz o hürriyete sahibiz!"

Evet, onların tek bir hürriyeti vardı, o da ağlamak. Sadece gözyaşları özgürce akabiliyordu. 



Dilber köle olarak gitmiş olduğu son evde ev sahibinin oğlu Celal Bey'e aşık olur. Ancak bir köleye aşk da yasaktır. Aşık olduğu için sürülür ve bir şekilde yolu Mısır'a kadar gider. 

En sonunda da çekmiş olduğu aşk acısına dayanamayarak kendini Nil Nehri'ne atarak yaşamına son verir. İntihar, kitapta şu şekilde tanımlanmıştı:

"İnsanın hayatın görev ve emirlerine karşı kayıtsız kalması; bozulmuş bir zihnin kadere karşı düşmanlık silahı, üzüntünün silahlanmış kızı olan intihar."

Dilber bu tanımadaki gibi üzüntünün silahlanmış kızı olarak yaşamına son veriyor. Gerçi silahı da olmadığı için kendini nehre atarak gerçekleştiriyor bunu.