Mezar taşına kazınmış harflerin ve sayıların uyumunu veya kendime bile itiraf edemediğim uyumsuzluğunu seyrediyordum. Bir sene, on iki ay, elli iki hafta veya üç yüz altmış beş gün… Hangi sayılarla ifade etsem daha masumane gelecek ölüm? Hayatın karikatür sütunlarına sıkışabilecek kadar kısa olduğunu öğrenmek için ne yaşamak gerekir? Sarmaşıkların istilasına uğramamış, tazecik mezar taşının üstüne düşen sarı yaprak beni kendime getirdi. "Cevabını veremeyeceğin sorular sormak senin ne haddine?" dermiş gibiydi yaprak. Ayaklarım mezarlığın kasvetli havasından uzaklaşmak ister gibi kendiliğinden atıldı bir süre. Annem bana eşlik etmek istememişti. Zihninde hala yıllar öncesindeki gibi capcanlı duran babamın silüetini bozmak istememiş olmalıydı. Oysaki yatak odasında yalnız başına ağlarken anlamış olmalıydı babamın öldüğünü. Yemek masasına fazladan koyduğu tabağın gereksizliğini anlamış olmalıydı. Onu kırmak istemesem de bir gün karşısına bir şeytan misali dikilip gerçekleri suratına haykırmak istiyordum. Kendini salıp gitmesinin bana, beni umursamıyorsa küçük kardeşime zarar verdiğini fark edemeyecek kadar kör olması acıydı. Sabah kalkar kalkmaz evde yaşayan hiç kimsenin içmediği o acı kahveyi yapması beni sinirlendiriyordu. İki küp şeker atsaydı babamın hatırına içerdim belki. O zaman da babamın mezardan kalkıp biricik eşinin yaptığı kahveyi içtiğini düşünecekti.

           

Şehrin hüzün ihtiyacını karşılayan, birçoğumuzun mutluluğun kefaretini ödediği mezarlıktan çıkınca kendimi kandırılmış yüzlerin arasında buldum. Özünde benimle aynı cevheri taşıyan bu insanların hangi gerekçeye dayanarak mutlu olduğunu anlamaya çalışıyordum bir senedir. Sevdiği hiç kimseyi kaybetmemiş olabilirler miydi? Ya da bu acıya çoktan alışmışlar mıydı? İncecik bir bedene sıkışıp kalmamış olsaydım, ellerim bu kadar küçük olmasaydı herkesi, tüm insanlığı omuzlarından tutup sarsmak isterdim. "Söyleyin bana, şu yüzlerinizden silinip gitmeyen alaycı gülümsemenin sebebini! Hangi eczaneden aldınız bu ilacı?" Oysa ne cesaretim vardı bu sözleri söylemeye ne de takatim. Tıkılıp kaldığım şu ufacık zihnimde her gün ne acılara gark olduğumu anneme bile söyleyememiş iken, küçük kardeşimi babamın hala yaşıyor olduğu mutlu dünyasından çekip alamamışken kimseye hesap sormaya hakkım yoktu. Gözlerim dışarıdan bakan biri için nefretin en saf haline bürünmüştü o an belki de. Ben ise önümde kıyametler kopsa bile fark edemeyecek kadar ağır bir kafatası taşıyordum. O sırada beni bir kıyametten daha çok ürkütecek şey oldu birkaç adım ilerimde. El ele tutuşan bir çift tüm hücrelerime bir zelzele gibi yıkım getirdi. Onlar hiçbir şeyden çekinmeyerek yan yana otururken ben adeta havada uçuşan virüsü görüyor, infaz ile yargılanmışlar gibi korkuyordum onlar adına. Sonra uhrevi bir farkındalık kondu omuzlarıma. Karantina dönemi geçip gitmişti. Virüs son savaşında ezici bir mağlubiyete uğramış bir mareşal edasıyla silinmişti tarih perdesinden. Ardında bıraktığı zayiatın bir önemi var mıydı kazanmışsak savaşı? Benim için vardı. Babam en ön cephede savaşmış, sonunda aldığı yaralara dayanamamıştı zavallı. Şimdi cennette beni izlediğine inansam da yanı başımda durup bu dünyanın kahrını beraber çekmeye razıydım. Sonunda yaptığım şeyin ne kadar abes durduğunu fark ettiğimde kaç dakikadır onları izlediğimi bilmiyordum. Duyacaklarına ihtimal vermediğim bir sesle "Affedersiniz." dedim. "Affedersiniz. Sizden nefret ediyorum mutlu olduğunuz için." 

           

Yeraltı edebiyatı dünyanın ne kadar karanlık olduğundan bahseder durur. Bu karanlıkta kalbinde ışığı taşıyan herkes elbet bir gün bozguna uğrar, kalbindeki ışığı kaybedermiş. Ne kadar da iyimser bir bakış açısı… Kabuğunu kırıp dünyanın kirli havasını soluyan herkes bilir ki karanlığı özletecek bir loşluk hakimdir yeryüzüne. Öyle ki kavuşmak için kavrulduğumuz şeyleri hiç net göremiyoruz. Bir adım ötemizde belki ama bir görünüp bir kayboluyor gözlerimizin önünde. Benim de hayatım böyle. Hayallerimi çocukken giydiğim o fosforlu ceketin cebinde bıraktığım günden beri istediğim tek şey huzurlu bir aile. Oysa bir sene öncesine kadar sahiptim bu isteğime. Annemin tüm gün eşi için yapılabilecek en iyi yemeği düşünmesi, babamın işten döndüğü zamanki yorgun argın halleri, kardeşimin paytak adımlarla koşup ona sarılması, tüm bunları baş köşeye kurulup izlemenin bana sunduğu mutluluk… Hayır, kendimi kandırmamın bir manası yok. Doğrusu umursamazdım böyle şeyleri. Annemin yemek hazırlarken düştüğü tatlı telaşı hep garipserdim. Babam eve geldiğinde görmezdim onu. Çünkü odamda ders çalışıyor olurdum. Şimdi geriye dönüp baktığımda ailemin hatırlanmaya değer anılarına kendimi zorla yerleştiriyorum. Yüzüne bakmadığım oyuncak misafir çocuğu tarafından sahiplenince aldığım hal gibi.

           

Bir zamanlar incir çekirdeğini doldurmayan hedeflerim vardı. Ne olursa olsun bir meslek sahibi olup kendi başımın çaresine bakacaktım. Sebebini soracak olsalar mantıklı bir cevap veremezdim. Zaten mantıklı bir cevaba ihtiyacım yoktu. Herkes gibi ben de nispeten kısa ama nispeten uzun bir hayat yaşayacak sonra yok olup gidecektim. Şimdiyse kimsenin anlam veremediği kadar daha çok bağlıyım hayata. Doktor olmak istiyorum. Babamın mesleğini yapmak istiyorum. İnsanlar o çok değer verilen hayattan kopmasınlar diye kendimi feda etmek istiyorum. Annem, babam defnedildikten iki gün sonra hiçbir şey olmamış gibi ders çalışmama çok şaşırdı. Babamın anısına saygısızlık yaptığımı söyleyerek tokat attı bana. Babamın anısını yaşatmak için kendimce bulduğum çözümü anlatamadım ona. Kelimeler dudaklarımın arasındaki boşlukta kaybolup gitti. Bir şey diyemedim. Sonuçta annem ile "Kim daha çok acı çekiyor?" yarışına girmeye hiç niyetim yoktu. Üçler, yediler, on iki ve kırklar… Yas tutmak adına kararlaştırılmış her günde annemle aram biraz daha açıldı. Sonra o araya babamın hatırası gelip çöktü. Kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım anneme kızamıyorum. Herkesin diz çöktüğü yerde birisi elbet yükü sırtlamak zorunda. Bu hayatın bana biçtiği rolden başkasını oynayamam.

           

Bizim sokağın caddeyle kesiştiği köşede bir bakkal var. Her mezarlık ziyaretim bir iki çikolata ile sonuçlanır. Kardeşim en çok hangi çikolatayı sever? Bu sorunun cevabı hep babamın eve gelince cebinde duran o kırmızı paketlerde saklı. Zaten kardeşim bile umursamıyor artık ona hangi çikolatayı getirdiğimi. Babamın iş dönüşü giydiği gömleğin kokusu sinmediği için beğenmiyor olsa gerek. Bir daha ki sefere o gömleği giyip gideceğim babamı ziyaret etmeye. Acının en keskin hali alışılmış olandır bana göre. Babamın bir daha asla kapıyı çalmayacağını bilmek her gün saat sekizde kapıya koşmaktan daha çok yaralıyor beni. İtinayla boyadığı ayakkabısını sandığa koyarken annemin elimden çekip alması hala aklımdadır. Ertesi sabah ayakkabılara sarılıp ağlaması bile o kadar üzmemişti beni. Duygusuz damgasını yüzüme yapıştırmakta gecikmemişti annem. Oysaki içimde günden güne çürüyen kalbimi bilmiyordu.

           

Sonuçlar ağır olunca nedenler hatırlanmaz zannediyor birçok insan. Ben ise her gün babamın çıktığı o destansı maceranın adımlarını kuruyorum kafamda. Virüs kapıyı çaldığı gün her hikayede olduğu gibi son kez öpüp sarılmıştı karısına. Henüz dünyada olup bitenleri anlamayacak kadar küçük olan çocuğunun başını okşadı. Sonra da sorumlulukları devrettiği kızına bakıp gülümsedi, "Bir sonraki hikayenin kahramanı sen ol." der gibiydi. En sonunda "Sağ salim geri döneceğim. Merak etmeyin." deyip gitmişti. "Yalancı!" diye tiz bir nida koptu dudaklarımdan evimin önündeyken. Sinirlenip kapıya attığım yumruğu kapıyı çalmak olarak anlayan annem kapıyı açtı. Birbirimizle samimi olmasa da iki kelam edemeyecek kadar yabancılaştığımız için ses etmeden odama gittim. Babam bize karşı dürüst olsaydı bazı şeyler daha iyi olur muydu diye kendime sormadan edemedim. Her kahraman gibi o da sırf ailesi üzülmesin diye tek başına göğüslemişti tüm acıları. Tek başına virüsle savaşmış, tek başına kucaklamıştı ölümü. Belki daracık yatağında, hastalıktan zayıflamış bedeniyle o korkunç düşmanla savaşırken bizim mutlu günler yaşayacağımızı düşünerek avutmuştu kendini. Bir başka savaşa dayanacak gücü kalmadığında yüzünde bir gülümsemeyle veda etmişti hayata belki de. Bu muharebenin beraberinde getirdiği tecrübeyle yaşamak ben ve benim gibilere düşmüştü.

          

 Kapıya vurulan iki cılız parmak beni kendime getirdi. Bu annemin beni yemeğe çağırırken kullandığı yöntemdi. Gözlerimden akan yaşları o an fark etmiştim. Avuçlarımda ezilmiş çikolatayı çöpe atıp kapıyı açtım. Annem benimle göz göze gelmemek adına hemen salona geçmişti. Yanaklarımı adeta haşlayan gözyaşlarını silip salona geçtim. Kardeşim oturmuş iştahla yemeğini yerken annem ellerini göğsünde birleştirmiş oturuyordu. Tuttuğu ölüm orucunda ona eşlik etmek istesem de kardeşimin sağlığını düşünmek zorundaydım. Sofranın en uzak köşesine oturdum sessizce. Çatalımı yemeğe daldırırken babam geldi aklıma. Akşam yemeğinde bir araya geldiğimizde yaşadığımız o güzel anlar tekrar yaşandı zihnimde. O sırada vücudum tüm gücüyle beni engellemeye çalışsa da anneme döndüm. Dudaklarım söylemek istediğim sözcükleri tahmin etmiş gibi kıvrıldı kendiliğinden. Kaşlarımı çattım gözlerim dolmasın diye. Titrek bir nefes aldım. O sırada sonucu her ne olursa olsun annemi içine düştüğü bataklıktan çekip almaya yemin etmiştim.

           

"Anne…" bu sözcüğü uzun süre sonra ilk defa içten bir şekilde söylüyordum. Bir kelimeyi söylemek insana neler hissettirebilir o an öğrendim. "Babamın ölümünün seni çok üzdüğünü biliyorum. Daha doğrusu anlayabiliyorum. O gittikten sonra içimde hiç kapanmayacak zannettiğim bir boşluk hissettim. Bir yıldır hep babamı ve verdiği kararı sorguluyorum. Sonunda şunu anladım ki bazen hayatta sana seçim şansı bırakmayan şeyler olur. Sonuçlarına katlanmak şöyle dursun verdiğin kararı sorgularsın her dakika. Babamın seçimi de tıpkı böyleydi. O başka insanlar acı çekmesin diye hem kendinden ve bizden vazgeçti. Bu kararı alırken ne kadar zorlanmıştır, kim bilir. O gittikten sonra bize mutlu olmaktan başka bir şey düşmez. Çünkü kendini feda eden kahramanların anısını yaşatmanın tek yolu budur."


Tek bir halata bağlı köprü gibi titredi ve çöktü omuzlarım. Sarf ettiğim kelimelerin hiçbir anlam ifade etmediğini düşünüyordum annem için. Daha fazla tutamayıp koyverdim kendimi. Annem beni kendine çekip sımsıkı sarıldı. Yarım yamalak söylediğim sözler onu zincirlerinden koparmıştı. İçimdeki tüm özlemi giderene kadar ben de sarıldım.