Ağacın yaprakları sanki gökyüzünden acele ile süzülerek, bir varlıktan kaçarcasına büyük yuvarlaklar çizerek iniyordu. Kendini ayaklar altına alan ve taşımak zorunda olduğu yağmurun altında ezilen ve taşıyamayan ve taşan ve düşen son yaprakla birlikte küsen mağrur olmayan, o ince, o hassas yerin en yüzüne.


Yere düşen her bir damlanın sesini sırası ile duyan Kazım sinirlenir ve oturduğu banktan kalkarak "Yeter artık, duymak istemiyorum, sus!" diyerek su damlacıklarını tekmelemeye başlar. Uzaktan bakan insanlar Kazım'ın delirdiğini düşünür (insanlar hep böyle şeyler düşünürler) fakat Kazım sadece sese sinirlenmiştir. Sesin susmasını her şeyden çok istemektedir. Düşen damlalar hızlandıkça Kazım'ın tekmeleri de hızlanır, hızlanır ve daha da hızlanır. Sesi duymamak için yürümeye başlar. Adımlarını hızlandırırken ses çıkartır sesi duymamak için fakat ses duyulmakta ısrar eder. Sesi hâlâ duyan Kazım koşmaya başlar ve koşarken dirseklerini montuna değdirerek ses çıkarır. Aynı anda bir şeyler mırıldanan Kazım sesten kurtulacağından emin bile olamadan sesi hayal eder ve artık duymamaya çok yaklaştığı sesi kendisi var eder. Ses artık daha çok duyulur. Artık içindedir. Kafasının içinde. Düşen su damlaları artık daha ağır, daha sert ve daha gerçek bir şekilde Kazım'ın kafasını delerek ve beyninin her kıvrımından geçerek onu sese mahkum eder. Uzun bir çığlık attıktan sonra soluk soluğa kalan Kazım durur ve yağmurun durduğunu, sesin kesildiğini fakat sesin kafasının içinden hâla duyulduğunu fark eder. 


Sesi duymuş, ses ile kavga etmiş ve bu sayede sesi ezberlemiş Kazım için artık bu ses, hayatın bir parçasıdır. Bu sesten kurtulmanın çoktan türlü yolları olsa da Kazım bu ses ile yaşamayı öğrenir. Bir anlığına susturup yürümeye devam eder...