"Böyle gülüyoruz ama senin de içinde bir huzursuzluk yok mu?" diye sordum. Bir an için kahkaham boğazı sıkılıp susturulmuştu. "Kötü bir his, yine de adını bilmiyorum." Ablamın kahkahası da aynı usturanın ucuna değmişti. İşte ablamın adını koyamadığı o kötü his, hayatımızın geri kalanında evimizin çatısı gibi hep başımızda olacaktı. Hatta dışarıda, gündelik hayatta, kalabalığın arasında yürürken bile kendini hatırlatacak; sesi, kahkahalarla titreyen bir masada akşamı sabah ederken dostların sesine karışacaktı. O sesi sadece ikimiz duyacaktık. Belki de bu hissin adı, o sesin bizim sesimize dönüşeceğine dair duyduğumuz korkuydu.

Aslında öyle yorulmuştuk ki gülmeye bile mecalimiz yoktu. Evimiz şimdi gerçek bir eve benzemişti, bütün odalar temiz çamaşır ve nevresim kokusuyla dolmuştu ancak bütünüyle ev olan bu dört duvarı yuva yapan şey gitmişti. Birimiz bir köşede, diğerimiz başka bir köşede öylece ustura ucuna bakıyor, sesimizin sessizliğe dönüşmesini seyrediyorduk. Sanki bütün yorgunluğumuz birkaç saniyelik bir gülüşle sonsuzluğa katlanıp bizi elden ayaktan kesivermişti Sevdiğimiz her şeyden, herkesten bir bir kopuyorduk. Öyle ki belki de hayatımızda sürekliliğini koruyan tek durum buydu. Bizden kopanların hiçbiri toprağın kucağında uyumuyor ancak ömrümüzün geri kalanını onların nerede ve nasıl olduklarından bihaber geçiriyorduk. Bizim hikayemizde toprak, ihtimallerin iyisiydi. Toprak bir yuva gibiydi, bizde eksik olandı, hiçbir yere gitmezdi. Kesindi. Beni yoran ise, tetiği çekmek değil tetikte beklemeye dönüşmüş bir ömürdü.

Evet, hayat bir mücadele haliydi ama en ağır savaşlarda silah tutan askerler bile harp ederken ertesi gün de savaşabilmek için güç toplar, mücadeleye ara verirlerdi. Bense bitmek bilmeyen tüfek seslerinden, kurşunun ağır kokusundan yorulmuştum. Dahası üniformam artık tenime kazındığı için midir bilmem, başkalarının mücadelemi görmüyor oluşuna içerliyordum. Onlar yolumun engebeli olduğundan ziyade sırtımda yüklerle koşmayı sevdiğimi düşünüyorlar ya da keyfe keder, usul usul yürüdüğüm için arkalarında kaldığıma inanıyorlardı. İnsanların neye inandığı, ne düşündüğü çok önemliydi, ruhunuz kendini görünür olmaya adadıysa eğer.

"Bu eve geldiğimiz ilk günü hatırlıyor musun Bilge?" diye sordu ablam, usturanın acısını yutkunarak. Acı bir tebessümle yetindik o an ikimiz de. Ben elimde kırmızı bir bavul, darmadağın bir kalbi ve kendimi unuttuğum bir aşkı başka bir evde bırakıp gelmiştim bu eve. Ablam, çok daha büyük bir sevdadan kaçıp gelmişti. İstanbul'dan... Hayatımın bir daha hiçbir zaman o ilk gençliğimde olduğu gibi yalın ayak, korkusuzca gitmeyeceğini bilerek. Öyle de oldu. İki enkazdan bir yuva yaptığımız bu evde, başka bir sevgiyi uğurluyorduk şimdi. Bu koca dünyada bir yürek kadar yer kaplayan o küçük kadın, mücadelesinin görünmezliğini ve yüreğinin gün be gün küçülüşünü izlemekle yetinecekti artık. Ta ki bir kum tanesi kadar bile yer kaplamayana dek. Ufalarak, bir kum tanesine dönüşüp, toprağın kucak açmasını ummakla geçirecekti yıllarını.

"Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak." dedim sessizliği bozarak. Nehirlerin birleşip uçsuz bucaksız deniz olduğu bir kıyıda karşılaştık ablamla. Ustura artık kesmiyordu. Göz göze gelip kahkahalarla gülmeye başladık. O malum ses, kahkahalarımızın içinden sinsice bize bakıyordu.