Her bir sahne mükemmel bir şekilde sergilenene dek çalışmalar devam etti. G. artık fazla heyecanlı değildi. Sıra, G.’nin heyecanını yeniden doruklara taşıyacak olan o son sahneye gelmişti. Ellerini durmadan pantolonuna sürtüyor ve elinin tersiyle alnını siliyordu. Ne var ki repliklerini kusursuz bir şekilde dile getiriyordu. Son sahnede Matheus onları uzun bir arayışın ardından eski bir kulübede bulup ikisini de öldürüyordu. İşte öpüşme tam da bu esnada gerçekleşecekti. Colbert’in söylediği gibi, böyle bir sahneye sarılmak pek sönük kalacaktı. Math kapıyı kırıp içeri girdi.

“Sizi adi vatan yaratıklar. Toprağımızı kirleten kalleş Rus ve buna göz yuman aşağılık fahişe!” Math’in bağırıp çağırmasından sonra Helen söze girdi. Bu giriş onun, artık layık olduğu zirveyi gözler önüne seriyordu. 

“Benjamin! Gözlerini yummalarına, seni ebedi karanlıklar içerisine sürüklemelerine izin verme! Bana olan aşkın herkes için ziyandır! Ve sen! Sen, nasıl sevdiğin kadını ve onun sevdiğini öldürebilirsin? Gerçek aşk bu değil, sevgili Benjamin! (G.’yi göstererek) Bu adam da en az benim kadar vatan hainidir! Ve nefret ettiğin Rus çarlığına karşı gelmiştir. O bizim dostumuzdur! Ve bu kan devrinde savaşa karşı gelen birkaç kişiden biridir. Nasıl göremezsin!”

“Sus adi yaratık! Aklımı şirin dilinle çelemezsin! Hak ettiğinizi vermek kutsal bir görevdir. Artık sana karşı kızgın bir nefretten başka bir şey duymuyorum. Öleceksiniz!” Hançerini çekti. Son replikleri G.’ye aitti. 

“Elindeki hançerle sadece iki can alacağını düşünüyorsan yanılıyorsun, sevgili kardeşim. Bu iki kıpır kıpır can içlerinde binlerce aşığın canlarını taşıyordur. İstediğini yap! Fakat bilesin ki canlarımızı çalarak günah işliyor, bir taraftan da bizi sonsuz aşkımıza doğru itiyorsun. Sahip olduğun en iyi öldürme becerilerini göster! İnsanlık ölmeyecektir! Yaşamak için nefes almaya gerek yoktur! Hadi yap! Hadi!” 

Göğsüne saplar. G.’nin suratı gerçekten de hançer yemiş bir ifadeye bürünür. Sıra Helen’dadır. Tam kalbine. G. kollarını açar, Helen kendine vücuduna katmak istercesine sarmalar, çekiştirir. İşte! İşte o an geldi. Uzun süredir öpmek istediği kadın, artık cansız bir şekilde kollarının arasındadır. Dudaklarını yaklaştırır. Önce kızın boynundan yayılan parfümün kokusunu duyar. Göz kapakları yavaş yavaş ağırlaşır. Ve o temas, sonunda gerçekleşir. Karşılık verilmese de hazzına başka bir şeyin denk olamayacağı bir his. Sanki cennet gibi, fakat cennet G.’nin onda oluşuna aldırmıyor. Fazla hamle yapmaması gerek! Ölüme doğru sürüklenen bir bedenin bu kadar haz almaya şansı yoktur. Her şey oyun için. Işıklar yavaş yavaş söndükçe G. hareketlenmeye başlar. Birkaç saniye! Kimse görmüyor. Evet, işte! Helen da karşı gelmiyor! Aman Tanrım! Dudaklarını oynatıyor! G.’nin bedeninden kazanılmış savaştan dönen süvariler geçer. Yüzünün sağ tarafında bir el hisseder. Zarif, güzel kokulu, pamuk gibi. Işıklar tekrar yanmaya başlar. Helen çabuk G.’yi iter. Ayağa kalkar. Kimse görmemiş. Güzel. G. ayaklanır. Ama sanki, şu an kafasının içinden bakan gözler ona ait değilmiş gibi hisseder. Parmaklarını dudaklarında gezdirir. Gülümser. Diğerleri sahneden inmeye başlar. G. yavaş adımlarla hareket eder. Colbert:

“Hey, G. Ne oldu, dostum, iyi misin?” diye seslenince kendine gelir. 

“Ha, evet evet, bir şeyim yok."

“Yemin ederim kendim yazmamış olsam klasik bir trajedi eseri olduğunu söylerdim. Mesele benim yazmış olmam değil, sizin onu bu kadar güzel canlandırmış olmanız.". Herkes tek ağızdan,

“Teşekkür ederiz.” dedi. 

Dalgındı. Gözlerini neredeyse hiç kırpmıyordu. Toparlandı. Herkesle vedalaşıp dışarı çıktı. Yürüyordu. Yüz metre kadar ilerledikten sonra yanlış yolda olduğunun farkına varıp geri döndü. Otobüs durağına yaklaştı. Beklemeye koyuldu. Arkadan bir ses,

“G. Bekle!” diye bağırdı. Helen’dı. Ayakları esti. Derin bir nefes alıp kendini toparladı. 

“Ha, Helen, gel. Kaç numaralı otobüsü bekleyeceksin?” diye sordu. 

“Bilmem. Şey, eve gitmeden önce bir kahve içeriz diye düşünmüştüm."

“Olur."

“Sana da gidebiliriz." Bu teklif aniden geldiği için G. biraz afalladı. Aslında bu, sıradan bir teklifti. Sıradan olurdu, eğer ki o son sahneye öpüşme kısmı eklenmemiş olsaydı. 

“Gidelim." Anahtarı Helen’a uzatıp,

“Ben mağazaya uğrayacağım. Beni evde beklersin.” dedi. Konuşurken elleriyle dudaklarını gizlemek için çaba sarf ettiği apaçık ortadaydı. 


Hava karardı. G. elinde küçük bir poşetle içeri girdi. Kapüşonunu çıkarıp sofanın üzerine fırlattı. Helen raflardaki kitapları kurcalarken garip kitaplarla karşılaştı. En azından isimleri bile anlaşılmazdı. Tanrı’nın Midesindeki Kurtçuklar, Şeytandan İnsana Evrim, Ruhsal Çöküşler Diyarı vs...

“Bu kitapların içeriğini bayâ merak ettim doğrusu. Okudun mu hepsini?”

G. kendini kanepeye bırakırken,

“Her birini en az iki kez.” dedi. 

“Peki neyden bahsediyorlar?” 

Anlatmalı mıydı? Hepsini tek bir kelime ile anlatması gerekirse, o kelime ne olurdu? 

“Sesleniş,” dedi. “İnsanın sessiz çığlıklarından. Bir yerlere, bir şey’e, bir öze seslenişinden." 

“Yani birini seslemek gibi mi? Garip. Oysaki isimlerinden bu kanıya gelemiyorsun. Okumak isterim. Sence anlayabilir miyim?” 

“Hayır. Hiçbir zaman anlayamazsın. Anlarsan kitaplardaki asıl meselelere karşı gelmiş olursun. Seslenişi duymak için çaba harcamak, sonunda bir hiçe ulaşacağını bildiğin hâlde çaba harcamaktır. Dışarıdan hiçbir ses duyamazsın. Hayır, romantiklik yapıp ‘içinden gelen sesi duymalısın’ da demeyeceğim. İşte, görüyorsun. Ben de anlamış değilim ama buna değer."

Helen kafası şişmişçesine,

“Aman, kalsın. Zaten kafam yerinde değil, daha da bozmak istemiyorum.” dedi alaycı bir sesle. G. gülümsedi. Herkes kendini düşünüyordu. Sonucu olmayan her bir çaba insanlara anlamsız gelir. Belki de öyledir ama onun için öyle değildi. Çünkü bu, bir şeyler yapmaya çalışmaktan öte bir şeydi. Kendi kendiliğinde var olan bir ‘herhangi bir şey’di. 

“Öyle olsun.” dedi. “Hadi gel, kahveden önce bir bardak şarap içelim. İkimiz de yorgunuz, belki iyi gelir." Radyoyu açtı. Gnossienne No.1. Helen geçip masanın arkasında oturdu. 

“Dişin nasıl?” diye sordu sanki o geceyi hatırlatmak istercesine. 

“Ha, şey, çürüğe dolgu yaptırdım. Arttık iğne falan yapmıyorum, iyiyim yani."

“Güzel." Konuşmak için bir şeyler aramaya çalıştı. Belki de G.’nin ilgi alanından devam etmeliydi. Bunu niçin yaptığının bir önemi yoktu, sadece yapmak istiyordu, o kadar.

“Sever misin bu besteyi?” G. şarabından bir yudum alıp cebinden sigarasını çıkarıp masaya koyarak,

“En sevdiklerimden biridir.” dedi. Paketi açıp Helen’a uzattı. Bir tane de kendisi için aldı. Ateş de almıştı. 

“Benim de,” dedi Helen. “Fakat nedense çoğu insan bu bestelerdeki senin değiminle 'sesleniş'in farkında değillerdir”. Bunları söylerken gerçekleri konuşmaktan daha çok G.’nin hoşuna gitmeyi planladığı gün gibi apaçıktı. 

“Bilemiyorum,” dedi G. “Herkesin kendi yolu vardır. Çoğu kişi hangi yolda olduğunun bile farkında değildir. Ama bu sadece bir ezgi, fazla abartmamak gerek. Bir düşün, müzik olmasaydı insanlar düşünemeyecek miydi?” 

Kadın G.’nin dediğini yaptı. Düşündü. 

“Belki de haklısın. Ama bence herkesin bu yolun güzelliğini tatması gerek."

“Maalesef imkansız işte. Eh, yapacak bir şey yok."

“En kötüsü de, insanlar hangi yolda yürüyorlarsa, o yoldan başka bütün yollar onlar için yanlış yoldur." G. bir hikaye hatırlamış gibi durakladı, bardağı masaya bırakıp,

“Haklısın. Sana bir hikaye anlatayım. Aslında hikayeden daha çok bir örnek." Sigarasını tazeledi. 

“Şimdi, bir dağı tırmanmaya çalışan bir grup alpinist düşün. Dört kişi olsunlar. Dağın yarısını kat ettiklerini varsayalım. Ve dağın yarısında bir mağara bulsunlar. Fakat birden grup içerisinde fikir ayrılığı yaransın. Diyelim ki, gruptan üç kişi mağarada geceleyip yola yarın devam etmeyi daha uygun görüyor. Ne de olsa dinlenmek şart. Dördüncü kişi yola devam etmeyi, ve pes etmemeyi teklif ediyor. Mesele tam da burada. Eğer o üç kişi gece bir ayıya yem olursa, insanlar dördüncü kişi gibi yapmayı ve pes etmemeyi üstün tutar ve onu kahramanlaştırırlar. Fakat eğer o üç kişi geceyi sağ salim başa vurursa ve dördüncü kişi gece yolda donup ölürse ya da bir yırtıcıya yem olursa, insanlar o üç kişinin yaptığı gibi yapmayı üstün tutarlar. E ne de olsa sabretmek lazım, günler çuvala girmedi ya. Yani asıl mesele, kendi seçtiğin yolu gitmektir. Seçtiğin hiçbir yol mükemmel değildir fakat en azından özgür iradenle seçtiğin yolun sana ait olduğundan emin olursun."

Helen bu hikayeyi (örneği) bir müddet sindirmeye çalıştıktan sonra,

“Yani kişi yaptıklarında özgürdür, ve yolun doğrulunu kendisi belirler, öyle mi?”

“Öyle denebilir. En azından ben yaptığım şeylerden hiçbir zaman pişman olmadım ve olmayacağım. Bunu yaparsam özgür iradeye karşı gelmiş olurum."

“Peki karşı gelirsen bu nelere sebep olur ki? Yani neden özgür irade senin için bu kadar önemli?” 

Bu soruyu bugüne dek ona soran olmamıştı. Bu yüzden de cevaplamadan önce biraz düşünmek zorunda kaldı. Ama çok da düşünmedi, çünkü cevap zaten belliydi. 

“Karşı gelirsem yaptıklarımın bedelini ödemek zorunda kalırım. Bunu mutluluğa ulaşmak için bir yol olarak görebilirsin."

“Nasıl yani? Bir insan acı çekerek nasıl mutlu olabilir?” 

“Mutluluğun (ya da mutsuzluğun) gereksizliğini anlayınca her şey yoluna giriyor. Kendi varoluşumun merkezinde duruyor olabilirim fakat bu demek değil ki benden başka kimse gerçek değildir. Mutlu ya da mutsuz olmak bencilliktir. Benim için en uygun yol budur. Ve galiba bu yolu asla terk etmeyeceğim."

“Seni anlayabilmeyi o kadar çok istiyorum ki...” diye saçlarını sırtına doğru atan Helen şarabını tazeledi. 

“Kahve içmeyecek misin?” 

“Bilmem. İçeriz, gece uzun ne de olsa. Bu gece sarhoş olmak istiyorum."

Verilen mesaj belliydi. Belki de ilk kadeh Helen’ın dilini çözmüştü. Şaşkınlık içinde onu seyreden G.,

“Burada mı kalacaksın?” diye sordu. 

“İstemiyor musun?” diye şehvetli bakışlarla soran Helen’ın G. ile tekrar sevgili olmak istediği kış gününde yağan bembeyaz kar gibi aydındı. 

“İsterim. Senin için sorun olmazsa her gün kalabilirsin." Bu karşılık Helen’ın isteğini onaylıyordu. Kadın gülümsedi. Şarabını yudumlamaya devam etti. Radyoda klasikler çalmaya devam ediyordu. Mükemmel bir gündü. Helen,

“Hadi dans edelim!” diye yerinden fırladı. Waltz No.2. 

“Umarım hâlâ dans etmeyi seviyorsundur." G. yüzünde mutlu bir ifadeyle kalktı. Kadının sol elinden tutup sağ elini beline doladı. 

“Dans etmekten bıkmak mümkün mü?”

Alınlarından ter boşanana dek dans ettiler. Bu iki şahıs dünyaya sanki birbirilerini bulmak için gönderilmişlerdi. Helen’ın parfümü yeniden G.’nin burnunda yankılandı. Şehvet bedenini sarmaya devam etti. Ateşler içindeydi. Kadın artık onundu, ona aitti. Dudaklarını kadının dudaklarına doğru götürdü. Şarabın etkisi kendini belli etmeye başlamıştı. Odada yıldızlar kayıyor, volkanlar püskürüyor, denizlerin dalgaları şaha kalkıyordu. Helen G.’nin kafasını ellerinin arasına aldı. G. Helen’ın belini iki eliyle sararak kendine doğru çekti. Kalçalarına doğru indi. Helen ona aitti. Evet, öyleydi. Fakat asıl mesele, G. bu sefer kendine karşı gelip kendini birine ait hissedebilecek miydi?