İnsan, hayatındaki yetersizliklere takılmadan nasıl yaşayabilir? Adını koyamadığı bir şeye ihtiyacı olduğunu nereye kadar gizleyebilir? Kendinden ne kadar kaçabilir bu iğrenç yaratık? Sen de fark etmişsindir, sevgili dostum. Bir süredir öylece tıkanıp kaldım. Hiçbir şey değişmedi. Gerçi, bu daha buradaki ilk tam günüm olacak. Sinemaya gitmeyi düşünüyorum. Sonra plakçıya uğrayıp birkaç tane plak alırım. Belki kitapçıya da uğrarım. Ne bileyim, bakarız. 

Kahvaltıda beni bekliyorlardı. Doğrusu, bu kadar ilgi görmek beni rahatsız ediyordu. Eski düzenlerini bozmalarını hiç istemesem bile buna neden olduğumun farkındaydım. Bir şeyin ya da bir şeylerin salt benim için yapılmış olması kadar rahatsızlık duyduğum başka bir şey yoktur muhtemelen. Annem,

“Gel, oğlum, seni bekliyorduk.” dedi. 

“Lütfen, yapmayın bunu. Beni beklemenize gerek yoktu. Duş alıp dışarı çıkacağım, aç değilim.” dedim. Sabahları nadiren kahvaltı ettiğimi bile hatırlamıyorlar. 

“Olur mu öyle şey?” dedi babam beni masaya davet edercesine. Niye olmasın? Olamaz mıydı? 

“Rahatınızı bozmayın, lütfen. Acıkırsam dışarıda bir şeyler atıştırırım.”

Gülümsedim. Kıyafetlerimi alıp banyoya girdim. Onlarla kahvaltı etmediğim için bana kırılmışlardı. Fakat bunu belli etmemek için çaba sarf ediyorlardı.

Evden ayrıldım. Güzel, yağmursuz fakat iç karartan bir gündü. Gökyüzünde sanki, sadece iki adet devasa bulut vardı. Biri ötekinden daha siyahtı. Gökyüzünün sol tarafında olan bulut belli ki daha erken boşalmaya başlayacaktı. Taksiye atlayıp Sen Nehri'nin kıyısında bulunan Le Fumoir’e gitmeyi karara aldım. Evden çıkarken aç değildim, fakat şimdi acıktığımı hissetmeye başlamıştım. Restorana vardım. Açık hava bölümüne geçtim. Menüyü açıp bütçeme en uygun kahvaltıyı söyledim. Yoldan geçen arabaların sesi şimdiden canımı sıkmaya başlamıştı, fakat böyle bir havada içeride oturamazdım. Burada da bir değişiklik yoktu. İnsanlar eski insanlar, mekan aynı mekan, yiyecekler aynı yiyecekler. Yollardaki insan kalabalığı ne azalmış ne de çoğalmıştı. Aynı telaş, aynı duyarsızlık. Belki de anlamadığım bir şey vardı. Belki de dünya üzerinde gideceğim hiçbir yer bana farklı bir şey gösteremezdi. Belki de farklılık denilen şey koca bir saçmalıktan başka bir şey değildir. İnsan aynı kişilikten kurtulamayınca tüm mekanlar ona taş ve topraktan ibaretmiş gibi gelir. Sigara yaktım. Nedense hep düşünmeye başlayınca yapıyordum bunu. Kendi hâlimdeydim. Fakat bir anda bir kadın önümdeki sandalyeye oturuverdi. Evet, sevgili dostum. Ben de tam senin gibi şaşırmıştım. 

“İyi sabahlar,” dedi çantasını masaya bırakarak. Sigaramı söndürmek üzereydim ki,

“Hayır hayır, lütfen, rahatsız olmayın.” dedi. “Oturacak başka bir yer bulamadım. Yalnız oturmak istemeyince de sizin yanınıza geldim, rahatsızlık vermemişimdir umarım?” 

Kadının yüzünde ilk bakışta anlaşılamayacak derecede bir güzellik vardı. Sarı saçları omuzlarına öyle güzel yayılmıştı ki, galiba yüzüne ikinci kez bakmadan önce saçlarına odaklanmıştım. 

“Hayır, buyurun." dedim. Gülümseyerek,

“Çok kibarsınız.” dedi. Dişleri sanki inci taneleriydi. Gülümserken beliren gamzeleri insana neşe veriyordu. 

“Güzel bir gün, değil mi?” diye devam etti. “Böyle havaları çok severim.” 

O esnada garson yemekleri getirdi. Kadın sipariş vermeye yeltenince,

“Buyurun buradan yiyin.” dedim. “Nasıl olsa tek başıma bitiremem.”

“Hayır, olur mu öyle şey?” 

“Lütfen. Rica ediyorum.”

Biraz bakıştık. Gözlerimle onu ikna etmeye çalıştım. 

“Peki... ama olmadı böyle. Hem masanıza oturdum, hem de yemeğinize ortak kesildim.” 

“Demin böyle havaları sevdiğinizi söylemiştiniz ya. Ben de ısrar etmeyen insanları severim.” Bunu söylerken yumuşak davranmaya çalışmıştım. Garsona dönüp,

“Bir fincan çay daha lütfen” dedim. Çayımı kadına uzattım. Fazla kibar davrandığımın farkındayım. Fakat ne yalan söyleyeyim, bunu içimden gelerek yapıyordum. Garsonun çayı getirmesi bir dakika bile sürmemişti. Ben de bu esnada sigaramı söndürdüm. 

“Neden yalnızsınız?” diye sordu aniden. “Yani arkadaşınız falan yok mu?” 

Kısık bir sesle,

“Var,” dedim. “Fakat uzun zamandır görüşmüyorum. Peki siz? Yani, bu kadar güzel bir hanımefendinin yalnız olması pek şaşılacak bir durum doğrusu.”

“Bugün yalnız kalmak istedim. Hem baksanıza, bu vesileyle de tanışmış olduk, kötü mü?” 

“Haklısınız,” dedim. Çayımı yudumladım. Kahvaltının ortasında sessizliğin hüküm sürdüğünü fark edince,

“Ne garip bir şey, değil mi?” dedim. 

“Evet evet, böyle bir vişne reçeline daha önce hiç rastlamamıştım.” Güldüm. Hem de kahkaha atarak. 

“Reçelden bahsetmiyorum.” dedim gülmeye devam ederek. Kadının yüzü kızardı. Utanırken yüzü daha da güzelleşiyordu. 

“Pardon, ben zannettim ki...”

“Her şeyden bahsediyordum. Mesela bugün size rastlamam. Kısa da olsa beni hayatın karanlık gerçekliğinden uzaklaştırdınız. Ama bu böyle devam etmeyecek. Buradan ayrılınca o karanlık bulutlar yeniden üzerime çökecek.” Cevap vermek isteyince hâlâ birbirimize isimlerimizi söylemediğimizi fark ettim. Ne acayip. Bu, nedense hoşuma gitmişti. 

“Kusura bakmayın. Adınız nedir?” diye sordum. Aynı benim gibi, o da bu duruma şaşırmıştı. 

“Doğru ya” dedi, “ben de sizin isminizi bilmiyorum. Adım Carlotta.” Elini uzattı. 

“G.” dedim. “Memnun oldum.”

Elini sıkarken bedenimde garip bir duygu uyandı. Sanki tüm bedenim aniden yumuşamıştı. Sohbete devam etmek için tüm dürüstlüğümü apaçık ortaya seriverdim. 

“İşte bundan bahsediyordum. Elinizi sıkarken bile garip bir heyecana bürünüyorum. Bana neler olduğunu, niye böyle olduğumu anlayamıyorum, anlıyor musun? Sıradan bir şeyi bile yaparken telaşlanıyor, ve sanki çekiniyorum.”

Anlayamamıştı. Kaşlarını düğüm hâline getirdi. Ne demek istediğimi açıklamamı bekliyordu. 

“Bilemiyorum. Herkesin alışılagelmiş şeyleri yaparken ne kadar sakin ve telaşsız olduğuna bakıyorum. Mevzu bir tek siz değilsiniz, bayan Carlotta. Kişiliğim böyle.”

Masada duran sigara paketine uzanarak,

“Alabilir miyim?” dedi. 

“Tabii ki, buyurun, hepsi sizin.”

Gereksiz medeniyet. Aptal kafam! Kırmızı dudaklarıyla sigarayı kavradı. Ateşi uzattım. Yaktı. 

“Anlıyorum,” dedi. “Çekingenliğiniz sesinizin titremesinden anlaşılıyor. Fakat eğer bunun kötü bir şey olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Eğer bu durumdan hoşlanmamış olsaydım bir bahane bulup masadan kalkardım.”

“Çok naziksiniz. Ama mesele bir tek bu değil ki. Öyle zamanlar oluyor ki yaşamın ağırlığına dayanamayacakmışım gibi hissediyorum. Şu aptal kafam yüzünden, hayatın tüm nimet ve güzelliklerini göremez oldum. Böyle durumlara düştüğüm zamanlarda ise, belki de gerçek acıyı bilenlere ve yaşayanlara haksızlık ediyormuşum gibi geliyor. Bilemiyorum, ben gerçekten de rahatsızım.”

“Öyle demeyin lütfen. Dediğin gibi. Benim gibi düşünmeyi deneyin. Bu, kötü bir şey değil. İnanın nasıl hissettiğinizi ben de anlıyorum. Sanki, boşlukta sallanan bir ağırlıksınız. Ve yaşamın sadece sallanmaktan ibaret olduğunu anlıyorsunuz.”

Kullandığı benzetmelerden beni gerçekten de anladığını fark etmiştim. O anda, böyle birine rastladığım için kendimi çok şanslı hissettim. 

“Çok güzelsiniz” dedim. “Ve inanın, yüzünüzün ve bedeninizin güzelliği ne kadar hoş olursa olsun, içinizin güzelliğine hiçbir zaman denk olamaz.”

İçimi döktükten sonra kahvaltıya devam ettik. Biraz sonra,

“Kalkalım mı?” diye sordu. Acaba onu sinemaya davet etsem mi? Yalnız mı kalmalıyım, yoksa onu da mı davet etmeliyim? Hesabı istedim. O esnada ona,

“Acaba beninle sinemaya gelir miydiniz?” dedim. 

“Tabii,” dedi uzatmadan. “Neden olmasın, zaten başka bir işim yok.”

“Hadi o zaman, kalkalım.”


Yürüdük. Kaldırımlarda sallana sallana yürüyorduk. 

“Çok güzel bir film biliyorum.” dedi. “Benim de favorim.”

Sigaramı tüttüre tüttüre yüzümü ona çevirdim. 

“Hmm, konusu ne?” diye sordum. 

“Dram filmi. Daha doğrusu, imkansız bir aşkı ele alıyor.”

Aşk mı? Şimdiden tiksinmiştim. Kabalık edemezdim. 

“Güzel,” dedim. “Gidelim bakalım.” Filmin ismini bile sormadım. Çünkü şimdiden gereksiz bir şey olduğunu tahmin ediyordum. Bir çift, çiçekler, böcekler, öpüşmeler, koklaşmalar, ve sonunda ayrılık. Al sana drama. Ne gereksizce! 

Sinema salonuna girdik. Patlamış mısır ve içecek aldık. Fazla detaya girmeyeceğim, sevgili dostum. Yerlerimizi aldık, film başladı. Dediğim gibi. Carlotta’ya dönüp bakınca böyle bir filmden nasıl zevk aldığını anlayamıyordum. Sanki deminki kadından hiçbir şey kalmamıştı. Evet. O da onlardan biriydi. Acının sadece ayrılıktan ibaret olduğunu düşünenlerden. Öyleydi. Filmin ilk yarım saati bittiğinde kadının gözleri yavaş yavaş dolmaya başlamıştı bile. İnsan salondan ayrılıp “alın aşkınızı çalın başınıza” diye yüzlerine haykırmak istiyordu. Bu toplum, bu insanlar. Her şeyi yanlış yerde arıyorlar. Hayatı yanlış yaşıyorlar. Dediğim gibi, fazla detaya girmeyeceğim. Film bitti. Kadının gözleri kızarmıştı. Bir tek onun değil, salondaki herkesin. Ayrılığın bu kadar abartılmaması gerektiğini bir tek ben mi anlıyordum? Nasıl kandırıyorlar kendilerini. Yazık. Dışarı çıktık. 


"Nasıl buldun?" diye sordu.

"Övdüğün kadar güzel değildi."

"Nasıl, hiç mi gözün dolmadı yani?"

"Böyle gereksiz bir filmde dolması mı gerekiyordu?" Kızdı. 

"Bak ne diyeceğim. Yanlış anlama ama, sen göstermeye çalıştığın kadar ince şeyleri anlayabilen biri değilsin. Filmin güzel olması için illa sonunu beklemek, ya da birinin ölmesi gerekmez. Gerçi senin de suçun değil ki, insanlar sadece biri ölürken onun için üzülürler. Gerçek hayatta başkaları için -onlar ölmeden önce tabii- üzülemiyorsak, bir film için bunu senden nasıl isteyebilirim ki."

Söylediği şeyler doğruydu. Fakat bu söylediklerinin bu filmle alakası yoktu. Keşke anlayabilseydi. Belki de, ne bileyim, umut işte..

“Haklısın.” dedim. “Ben buradan ayrılacağım. Plakçıya uğramalıyım. İstersen daha sonra görüşürüz.”

Çantasını koluna geçirip,

“Bence hiç gerek yok. Seni farklı sanıyordum. Sen de onlar gibiymişsin.” Gerçekten de farkında değildi. Hiçbir şey söylemeyeceğim. Artık kimseye bir şey söylemeye borçlu değilim. Düşündükleriyle kalsın, bana ne.

“Nasıl istersen,” dedim. “Güle güle.”


Gün boyu gezip tozdum. Plakçıya uğradım, sonra, birkaç tane kitap aldım. Öyle işte, başka bir şey yok. Carlotta’yı da ondan ayrılır ayrılmaz unuttum. En azından, gün başlarken bir şeyler güzel gitmişti. Akşamüstü eve döndüm. Kapıyı açıp eve girdim. Annem karşıladı.

“Nerelerdeydin oğlum? Endişelendik.” Birkaç saniye yüzüne baktım. 

“Öylesine, vakit öldürüyordum.”

“Elindekiler ne?”

“Hiç, kitap falan işte." Bu kadar soru sorulmasına alışkın değildim. Ben, kapıyı açıp hiçbir şey söylemeden odama gitmek istiyordum. Ama belli ki bu sorular bana her gün sorulacaktı. Alışmam gerekti. Ama ben bugüne dek istemediğim hangi şeye alışabilmiştim ki? 

“Aç mısın?”

“Hayır. Dışarıda yedim.”

Odama gittim. Kitapları çıkarıp rafa yerleştirdim. Plakları çekmeceye koydum. Dünden beri dilime takılan La Vie En Rose’u da almıştım. Yatağa uzandım. Kim bilir ne kadar yorgundum. Evet, kendim bile bilmiyordum. Neyi nasıl yapacağım, neden nasıl zevk alacağım konusunda en ufak bir fikrim bile yoktu. Böyle bir hayatı intiharla bitirmek güzel bir fikirdi, ama korkutucuydu. Çılgınca! Yaşamak kadar heyecan verici başka bir şey yoktur herhâlde. Çünkü nasıl öleceğimiz belli değil. İntihar ise tüm heyecanı yok ediyor. Üstesinden gelebiliriz, zamanımızın geldiğini düşünmedikçe. Hem insan zamanının geldiğini nereden anlayabilir? Eğer kendini hayatı kavramış sanıyorsa, ve bu yüke daha fazla dayanamayacağını düşünüyorsa, hayatın farklı sürprizleri yarınlarla karşısına çıkaracağını, en azından çıkarma ihtimali olduğunu da bilir. Ama, ne kadar söylersek söyleyeyim, onun bir yerden sonra dayanılmaz olduğunu da biliriz aslında. Yani yaptığımız tek şey, aslında sadece dibi çürük laflar etmekten ibaret. Kurduğumuz planlar, umutlandığımız ya da küstüğümüz yarınlar; hepsi boşuna. Yaşamaktan daha gerçek hiçbir şey olamaz. Hayatın kılavuzu yoktur. Yollar yürürken belirir. Ama yolların nereye çıkacağını bilmediğin için yaşamaktan vazgeçmek de saçmalık olur. Merak duygusu hep diri kaldı mı, yollar daha da uzanır. Yürürken ayağına takılan taşlar, yol kenarlarında rastladığın çiçekler, hepsi senin için. İyi de, kötü de. Gülmek de, ağlamak da. Ve her şeyin iyi olmasını istemek, kendini buna inanacak derecede kandırmak aptallıktır. Kimseden farklı değilsin. Elle tutulur şeyleri kastetmiyorum. Mülkünle yarattığın farklılıklar, ya da daha uygun bir deyimle, yarattığın şeylerin farklılık olmasını sanman kendini kusursuzca aldattığın anlamına gelir. Pikaba yeni aldığım plağı yerleştirdim. Pencereyi açtım. Sigaramı yaktım. Yaşamak... Ne muhteşem, ne önemsiz bir şey. Işıklar, trafikler, insanlar, gri binalar, asfalt yollar. Hepimiz bu oyunun parçasıyız. Ve sorumluluklarımızı iyi ya da kötü, istesek de istemesek de yerine getiriyoruz. Çünkü bir kez nefes almaya ya da var olmaya başladık mı, başka çaremiz kalmıyor. Seçimlerimizle yaranan sorumluluklarsan bahsetmiyorum. Bahsettiğim şey, yaşamaya mecbur olmanın ta kendisi. Her şeyin yarandığı özden fırladın mı, artık yaşadığının gerçeğini değiştiremezsin. Ve eğer buna mahkumsak, hayatın istediği gibi yaşamaktan başka elden ne gelir? Evet, sevgili dostum. İşte biz insanların trajedisi bu kadar ağır. Senin aslında olmadığını düşündükçe seni kıskanıyorum. Olmamanın nasıl bir şey olduğunu biliyorsun, inan bana, çok şanslısın. Neye seslensem kendi sesimi duyuyorum. Kime seslensem kendi çehrem beliriyor gözlerimin önünde. Acaba, seslenişimin ulaşması gerektiği yer kendim miyim?