Aşağı indi. Dışarı çıkarken Helen’ın onu görmemesi için kapıyı dikkatlice açtı. Böylece onu gördüğü için geldiğini değil de, eve gelirken ona rastladığını sanacaktı. 

“Helen? Ne işin var burada? Ağlıyor musun sen?” diye ona seslendi. Yanına yaklaştı. 

“Hayır! Uzak dur, lütfen uzak dur benden!” 

Duraksadı. Bir an için geri dönmek istedi. Fakat artık geri dönüşü olmayan bir şey yapmıştı. Elini omzuna koydu..

“Bana bak, uzaklaşmayacağım. Anlat bana. İstersen eve geçelim”. Bunu niçin söylediğini bilemeyiz. Onu yatağına mı atmak istemişti? Yoksa gerçekten ona yardım mı etmek istiyordu? Belki zamanı gelince kendisi açıklar.

“Niye bana bunu yapıyorsun?” diye masum bakışlarla ona bakan Helen, birden o derin ve yorgun gözlerde saf ve ne yapacağını bilemeyen bir adamın çaresizliğini gördü. G. öylece bakıyordu. 

“Bi... bilmem” dedi. “Gitmemi mi istiyorsun?”

“Hayır. Niye burada olduğunu merak ediyorum”. G. susuyordu. 

“Hadi eve geçelim. Bunları burada konuşmak istemiyorum”. Kalktılar. Kızın koluna girdi. Eskiden olduğu gibi yumuşak ve beyazdı. Hoşuna gitti. Kötü bir şey düşünmüyordu. En azından görünen oydu. 


G. elinde iki kadehle mutfaktan çıktı. Şarap dolabını açıp “ne içmek istersin?” diye sordu. “Bir şey içmeyeceğim” dedi Helen. G. kadehleri dolabın üstüne bırakıp masanın arkasına geçti. 

“Anlat bakalım” dedi. Helen G.’nin ona verdiği mendille gözlerinden gözyaşlarına karışıp akan makyajını silerek derinden bir nefes aldı.

“Lokantadaydık. Bana eski hayatından bahsediyordu..”

“Bir dakika. Eski derken? Ne kadar eski?” 

Yüzünde sorumu anlamadığını belirten bir ifade belirdi. Ama hemen bir şeyler sayıkladı.

“Na... nasıl yani. Eski, yani benden önceki hayatı. Benden önce sevgilisi var mıydı falan işte”. 

“Bunları önceden konuşmamış mıydınız?” 

“Konuşmamıştık tabii. Konuşmamıştık da, bunun konuyla ne ilgisi var?” 

Durdu. Bir şey söylemedi. Sonra, aklındaki soru işaretini yok etmek için söze başladı.

“Ne zamandan beri sevgilisiniz?” 

“Çok olmuyor. Birkaç gündür. Hatta seninle karşılaştığımız gün onunla ilk görüşmemizdi. Ondan önce tanışmıştık tabii de, ilk kez o gün görüştük”.

Bunu niçin sorduğunu unutmuştu. 

“Anladım” dedi ve bununla yetinmek zorunda kaldı. Helen kaşlarını çattı. Fakat G. ona tanıdık olduğu için onun bu tür saçma sorular sorabileceğinin farkındaydı. 

“Neyse” dedi ve devam etti. 

“Bana eski hayatından bahsediyordu. Benden önce övüp bitiremediği bir sarışın sevgilisinin olduğundan bahsetti. Hatta o kadar övdü ki, sonunda onu mu yoksa beni mi sevdiğinden şüphelendim . Neden onu bu kadar övdüğünü sordum. Bana onu kötülemesi gerektiğini mi sordu. Böyle bir şey söylememiştim. Ne de ima etmiştim. Sadece niye ondan ağız dolusu konuştuğunu soruyordum”.

“Anladım, Helen, salak değilim. Peki sonra ne oldu? Yani nasıl oldu da seni incitti?”

Sinirliydi. 

“Şarabı getirebilir misin?” diye sordu. Kalktı, şarabı getirdi. Kadehleri doldurdu. 

“Devam et” dedi. 

“Ondan incindiğimi sandı”. Sözünü kesti.

“İncinmemiş miydin?”

“Yalan söylemeyeceğim, zaten senden saklamak mümkün değil. İncinmiştim. Ama bunu bana sormasaydı zaten incinmemiş gibi davranmaya devam edecektim”.

“Haksız değilmiş o zaman”.

“Nasıl yani? Onu mu savunuyorsun?” G. yine durakladı. Helen onu yanlış anlamıştı.

“Hayır. Genel meseleye bakılırsa sen haklısın. Ama incindiğini varsaymakta da o haklıymış”.

“Neyse. Boş ver incinmemi. Neden ağladığımı anlatayım. Belki bu sefer bana hak verirsin”.

“Zaten sana hak veriyorum”.

“Demin onun haklı olduğunu söyledin?” Yanlış anlaşıldığı için sinirlendi. Helen’ın neden bu huyundan hâlâ vazgeçmediğine hayıflandı.

“Boş ver tamam. Biraz gereksiz çıkıştım, haklısın aslında. Meseleye gelelim. Lokantada bir kadın daha vardı. Yalnızca üçümüzdük. Yaklaşıp saati sordu. Ben de ‘duvarda koskocaman saat var, görmüyor musun?’ dedim. Buraya ilk kez uğradığını söyledi. Erkek arkadaşım sinirlendi. Neden böyle bir şey yaptığımı sordu. Nasıl yani neden? Gözümün önünde o kadını savunuyordu. Problemli kişiliğe sahip olduğumu söyledi ve kalkıp gitti. Öylece kalakaldım. Sonrasını da biliyorsun işte, buradayım”.

Sessizdi. Belli ki düşünüyordu. 

“Ağlamanı gerektirecek bir durum yok. Yarın barışırsınız”.

“O kadar kolay mı sanıyorsun? Barışmam. Bana yaptığını asla unutmam”.

“Öyle mi diyorsun? Tamam. Peki buraya nasıl geldin. Gerçekten rasgele mi yolun bu tarafa düştü?”. Helen kafasını kaldırıp gözlerini ona dikti. Yalan söyleyemezdi. G.’nin durumu anladığı verdiği sorudan belliydi. 

“Aslında, hayır. Nasıl söylesem. Kendimi yalnız hissettim. Seni görmem gerektiğini düşündüm”.

G. aniden yerinden fırladı.

“Sus. Lütfen yapma!” diye bağırdı.

“Neyi yapmayayım? Çıldırdın mı sen? Ne diye bağırıyorsun!” 

Elleri titriyordu. Kadehi alıp tek yudumda yarıladı. 

“Anlamıyorsun değil mi? Kendinden başka bir şey düşünmüyorsun! Seni nasıl sevdiğimi bile bile bana ‘sana ihtiyacım vardı’ deme cüretinde bulunuyorsun. Sırf kendini biraz daha iyi hissetmek için beni aşağılıyorsun!”

“Sakinleş!” 

G. yumruğunu kapıya vurup yatak odasına geçti. Sandalyeyi çekip oturdu. Sigara yaktı. Ellerini saçlarında gezdirdi. Diş ağrısı aniden nüksetti. Elini çenesine dayadı. 

“Kahrolası!” diye bağırdı. Helen bunun ona söylendiğini düşünüp diğer odadan hızlı adımlarla uzaklaştı ve yatak odasına girip:

“Ne biçim konuşuyorsun sen! Gururunu mu incittim yoksa? Ah, zavallı, dudağındaki yara hâlâ kabuk bağlamamış. Hatırlatayım mı nasıl olduğunu!” 

G. çığırından çıkarak:

“Yeter!” diye bağırdı. “Kapa artık şu çeneni! Sana söylemiyordum. Sadece sus!”

“Ha, ben de yedim! Ne kadar da zavallısın. Eskiden gururuna toz kondurmazdın, ne oldu o eski G.’ye?”

G. sinirlenmenin diş ağrısını daha da tetikleyeceğini düşünüp sakinleşti. Helen’ı kurtaran şey, G.’nin onun gereksiz söylenmelerine kafa yoramayacak kadar şiddetli bir diş ağrısına sahip oluşuydu. Masanın çekmecesinden iğneyi çıkarıp Helen’a uzattı. 

“İğne yapmayı biliyor musun?”

“Ne?”

“Kahrolası dişim seninle tartışamayacağım kadar iltihaplı! İğne yapmayı biliyor musun?!” 

Helen eli ayağına dolanarak, ve biraz da yaptıkları yüzünden utanarak:

“E.. evet biliyorum. Ver bakayım”. Ampulü kırdı. Üç miligramlık şırıngayı sonuna kadar doldurdu. 

“Nerene enjekte edeceğim?”

“Koluma yap. Soyunmaya zaman kaybedemeyecek kadar ağrılıyım”. 

Kolunun arkasında hafif bir acı hissetti. Kaslarına karışan antibiyotiği hissedebiliyordu. 

“Senden beni beş dakika kadar yalnız bırakmanı rica edeceğim. Salona geçebilir misin lütfen? Ağrı geçene kadar sakinleşmeliyim”. Kalkıp yatağına geçti. 

“Tabii. Şey, istersen yanına uzanabilirim?”

“İstemiyorum. Dediğimi yap! Lütfen”.

Kalktı. Süratli adımlarla salona geçti. Önce kapıyı vurup gitmeyi düşündü. Sonra, bunun ne kadar manasız olacağını anladı. Diş ağrısının ne kadar kötü bir şey olduğunu biliyordu. Ve demin ona bağıran aslında G. değildi. Sakinleşmesini beklemeliydi. Nihayet empati kurmayı başarmıştı. Masanın arkasına geçti. Uzanıp radyoyu açtı. G.’nin en sevdiği melodi çalıyordu. No Clear Mind - Dream is Destiny. Diğer odadan:

“Lütfen kalsın” diye seslendi. Helen cevap vermedi, fakat dediğini yaptı. Şarabını alıp yudumladı. Düşünceleri o kadar karışık bir hâl almıştı ki, şu anda ilgi ve şefkatten başka bir şey istemediğini anlıyordu. Ama bunu G.’den istemenin ne kadar gaddarca olduğunu fark edemiyordu. Edemezdi de zaten. Çünkü istediği şey belliydi. Ve bunun için içgüdüsel olarak her şeyi göze almıştı. Düşünme becerisini yitirmişti. Radyodan gelen müzik onu biraz sakinleştirdi. G. geldiğinde ismini soracaktı. Sigara yaktı. Düşünüyordu. Yani, becerebildiği kadar. Belki de sadece duvarlara bakıyordu. 

On dakika kadar bekledi. G. yatak odasından çıktı. 

“Yardımcı olduğun için minnettarım” dedi. 

“Rica ederim”

Ortam baya sakinleşmişti. Belki de bu, fırtınadan önceki sessizlikti. 

“Evet, nerde kalmıştık?”

“Bana bağırarak odana geçmende”. Bu ifade alaycı bir ses tonu barındırıyordu. G. gülümsedi. 

“Evet. Kusura bakma, biraz öyle oldu. Ben sadece durumun ciddiyetinde olmanı istiyorum”.

“Beni sevdiğini söylemiştin?” Hatırlamaya çalıştı. Gerçekten de söylemişti. Pişmanlığı yüz ifadesinden belliydi. Geri dönüş yoktu. 

“Evet, söyledim. Ama yalvarırım, bunu kendini iyileştirmek için kullanma. Çünkü iyi olmaya ihtiyacı olan bir tek sen değilsin!”

Kadın nihayet bir şeylerin farkına varmıştı. 

“Anlıyorum” dedi. “Bencilce davrandım, kusura bakma”.

“Sorun değil” dedi kafasını sallayarak. “Sana yardım edeceğim, fakat bunu seni sevdiğim için değil, çaresizliğini görmeye katlanamadığım için yapacağım. İkisinin de aynı şey olduğunu söyleyebilirsin. Ama en azından seni sevdiğimi unutursak ikimiz için de iyi olacaktır”.

“Nasıl istersen. Bak, eğer kendini rahatsız hissediyorsan gidebilirim? Yani neticede seni anlayabilirim. Gerçi, eskiden pek umurunda olmazdım”.

İğnenin yerini kontrol etti. Pamuğu masaya bıraktı. 

“Hayır. Kalabilirsin, rahatsız değilim. Doğru söylüyorsun, eskiden pek umurumda olmazdı. Gerçi şimdi de öyle, ama bu durumu sana açıklamaya çalışırsam kekelemeye başlayabilirim. O yüzden beni boş ver”.

“Peki, nasıl istersen” dedi Helen merhamet dolu bakışlarla. Devam etti.

“Şimdi ne yapmamı tavsiye edersin?” 

G. ağzındaki baklayı evirip çevirdi. Sonunda dayanamayıp sordu. 

“Onu seviyor musun? Ama gerçekten, gerçekten seviyor musun?” 

Helen kadehini doldurup biraz bekledi. 

“Galiba” dedi kısık bir sesle. G.’ye bir bakış attı. Onu kırmamaya özen göstermesi gerektiğinin farkındaydı. Fakat ne yaparsın yapsın, çabalarının boşuna olduğunu da biliyordu. G. bunu umursamadığını göstermeye çalışmak için düşünmeden konuşmaya başladı.

“Güzel. O zaman bu konuya odaklanalım”. Fakat bu, onu daha çok ele veriyordu. Konuşması gereksiz bir samimiyet içerdiği için onu tanıyan herkes ondan şüphelenebilirdi. 

“Barışmak istiyor musun?” 

Bunu içtenlikle söylememişti. Çünkü Helen’a ne söylerse söylesin, yarın barışacaklarını biliyordu. 

“İstemiyorum. Aslında, onun gelip benden özür dilemesini istiyorum”. 

“Bunu neden istiyorsun? Onu sevdiğin için mi? Yoksa özrü hak eden tarafın sen olduğunu düşündüğün için mi?” Helen sinirlendi. 

“Ne demeye çalışıyorsun? Açık konuş!”

“Bağırmana gerek yok. Eğer seviyorsan gidip barışırsın. Özür beklemek de ne demek?”  

Kalktı. Montunu aldı. 

“Şunu bil ki, onunla barışmayacağım! Özür dilese bile!” 

“Nereye?”

“Eve. Saçmalıklarını dinleyemem”. Gerçekleri konuşmak için uygun kişi değildi. Bu yüzden de G. kapıyı göstererek:

“Kapı orada. Gidebilirsin” dedi.