Fatihane Mezarlığı’nın tarihi 300 yıla yakın dayanmaktadır. Bu çok sağlam ve köklü olan devasa mezarlık, bazen bir devlet adamının bazen bir sanatçının bazen bir çöpçünün bazen de 2 aylık bir bebeğin yolun sonunda buluştuğu yerdir. Mezar taşlarının her türden boy ve renkten olduğu, yüzlerce insanın gömülü olduğu oldukça büyük ve sağlam bir mezarlıktır. İşte burada çalışan birbirinden apayrı dünyaları olsa da iyi anlaşan 2 adamdan biri olan Şerif, orta yaşlı bir adamdır. Sabahlarını, mezarlığa gelen evraklarla, defin işlemleri için cenaze yakınlarına yol göstermekle geçirir. Öğleye doğru çiçekleri sular, ağaçların bakımını yapar. Daha sonra bütün gününü mezarlığın planlanması ile geçiren Şerif, bu mezarlığın dinginliğinden oldukça korkmaktadır. Nedenini bilmediği geleceği kesin bir histen, ruhuna hitap eden bu sessizlikten, bu duygudan, tüyleri diken diken olmaktadır. Ömrünü sevdiklerini arayan sevenlere yol göstermekle, ışık tutmakla geçiren Şerif, insanların gözünde hep aynı elemi görür. Acı her zaman aynıdır aslında sadece farklı yüzlerde farklı şekillerde ortaya çıkar. Bu dünyadan göçen kişi yaşlı olduğunda insanlar daha kabullenmiş bakarlar gidene; eğer gencecik ise ölen, insanlar kabul edemez ani olanı, beklenilmeyen matemi. Acılı gözler hep aynı bakar. Bazılarının gözleri bir yere takılıp kalır, bazıları gözlerindeki bütün umudu son zerresine kadar toprağa akıtır. Küçük tabutları kimse taşımaya cesaret edemez, fazla ağırlardır ya da çok hafif. Bazen cenaze törenine bir kişi bile katılmaz, bazen binlerce insan gelir son yolculuğa uğurlamak için. Cenazeler gömülünce renkli, güzel kokan çiçekler yer alır taze topraklarıyla; kış gelince bu güzellikler, toprağın üstünde birikmiş karla birlikte yazın hasretini çekerler, bazı çiçekler dayanır bu bekleyişe yaza kavuşmanın ümidiyle, bazıları dayanamaz kışın ayazına. Her bayram ana baba gününe dönen bu mezarlık aylarca sevdiklerini ziyarete gelmeyenler, ağlayıp sonrasında gülüşüp hayatlarında neler oldu anlatırlar hep aynı yaşta kalacak ölmüş insanlara. Bayramın bitmesiyle mezarlık gene o eski dinginliğine, o sessizliğine tekrar bürünürdü. Kışın gelmesiyle birlikte lapa lapa yağan kar, bütün mezarlığı bembeyaz bir örtüyle kaplardı. Şerif bu görüntüden oldukça zevk alsa da mezarlık öyle bir sessizliğe bürünürdü ki Şerif’in içini kemiren bu hoşnutsuz kasvet dolu hisler adamcağızı yiyip bitirmekle kalmaz, ebedi uykularını sürenleri seyrederken gözüne uyku girmezdi. İçindeki bu gafleti dışına yansıtmamak için kar küreğiyle hiç gerek yokken mezarlığa çekidüzen vermeye çalışır, bazı mezarlıkları temizlemekle vaktini geçirir, bazılarına elini bile değdirmezdi. Bazı mezarlıklara hiç dokunmazdı bile onlar öylece daha güzeldi. Bazen gece yarısına doğru mezarlığın uzun demir kapısından tırmanmaya çalışıp yere düşen sarhoşların sesleri, söyledikleri anlamsız şarkılar doldururdu Şerif'in uykusuz gecelerini, bazen hırsızlar birkaç tarihi mezar taşını yürütmek için şanslarını denerdi. Çoğu kez Şerif’in gece nöbetlerinde açıkgöz olmasıyla birlikte bu anlamsız şans oyunları son bulurdu. Bu mezarlıkta cenaze namazlarını hep aynı yaşlı imam kıldırır; o da ölünce, gömülünce onun cenaze namazını yeni atanan genç imam kıldırırdı. Buranın bir başka meziyetiyse bolca kedinin bu mezarlığı yuva edinmesiydi. Her mevsim sarman kediler mezarların üzerinde dolaşır, yavrular kardeşleriyle ilk oyunlarını burada oynarlardı. Baharın gelmesiyle her yer sarı sarı yavrularla dolardı, mezarlığın sıkı ziyaretçileri bu kedilerin açlıktan ölmesine vicdanları el vermediğinden bu kediler bir şekilde karınlarını doyururlardı. Kediler de bayılırlardı bu mezarlığın ölüm sessizliğine. Kışın ortasında donmuş kedi cesetleri kaplardı mezarlığın etrafını. Bu kediler eğlenmesini bilirdi, zevklerine oldukça düşkündüler, ama kışın ayazı ve kendilerine pek bakamadıklarından bize ayrılan sürenin sonuna gelmiş bulunuyoruz deyip ölürlerdi. Şerif böyle durumlarda kedileri kulübenin arkasındaki kendi yaptığı hayvan mezarlığına gömerdi. Arkalarından ağlayası gelirdi, insanlardan çok bu garibanlara üzülür gecelerini zehir ederdi. Gel zaman git zaman ilkbahar ve ardından yazın gelmesiyle ölen kedilerin yerini başka kediler alırdı, yavrular büyür kendi yavrularına bakarlardı. Şerif bu mevsimleri, kedileri, sarhoşları hep soluk sarı kulübesinden seyretti. Kulübe, oldukça küçüktü. Kulübede kırmızı bir kanepe, sarı bir masa, küçük bir televizyon ve elektrikli sobadan başka bir şey yoktu ve gittikçe çürüyordu. Boyanmaya ihtiyacı vardı. Oldukça eski olduğundan çatısından pencerenin yanındaki deliklerden lodosu, yağmuru sızdırmakta; bazen insana nasıl hala ayakta kaldığını sorgulatmaktaydı. Şerif her zaman bu kulübeyi boyamak, çürümekten, unutulmaktan kurtarmak istedi ancak bir türlü yapamadı. Kendini adadığı bu mezarlıkta türlü türlü insan tanımış, bir sürü ölüm şekli duymuştu. Tuttuğu istatistiklere göre geçen yılki ölümlerin yüzdelere göre sıralandığında büyükten küçüğe ilk sırada kalp krizi sonra yaşlılık ardından araba kazaları, genetik hastalıklar, intiharlar… sırasıyla gitmekteydi. Kalbin kırılmasıyla oluşan ölümler ilk sıraya konabilirdi ancak yaşarken ölenler bu kategoriye girmeye hak kazanamamıştı. Bu mezarlığın başka ilginç bir yönüyse birbirinden farklı cenazelerde denk gelen insanların birbirleriyle olan samimi sohbetlerinde ilginç tesadüflere denk gelinebilmesiydi. Dünya küçük yerdi sonuçta. Geçen ay genç bir kadın babasını defnetmek için mezarlığa geldiğinde aynı gün teyzesini defnetmek için gelen bir adamla sohbete dalmasıyla bu iki genç soyadlarının ve birkaç ortak tanıdığın vasıtasıyla genç kadının babasının ve delikanlının teyzesinin eskiden nişanlanmış olduklarını öğrenirler hatta adam teyzesinin eski nişanlısının fotoğrafını hep çekmecesinde sakladığını söyler genç kadına, hatta fotoğrafın bir kopyası telefonunda vardır. Genç kadına gösterince kadın gülümser “Evet, bu benim babam.” anlaşılan yıllar önce bu iki insan nişanlanmış ardından adam kasabayı terk etmek zorunda kalınca bu ikili ayrı düşmüştü. Kadın hiç evlenmemiş, adamsa hayatına devam etmişti. Kaderleri başka yöne gitse de aynı gün gömülmüşlerdi. Ne garipti hayat. Şerif bunun gibi bir sürü hikâyeye denk gelmiş, bir sürü ölüm görmüştü. Anlatılan hikâyeler ne kadar farklı olursa olsun aynı yerde yatan insanlar, yaşanılamamış hayatlar, gözleri açık gidenler, hepsinin toprağın altında olması Şerif’e ağır gelmeye başlar. Hiçbiri geride kalıcı bir şey bırakamamıştır, hepsinden kalan tek şey mezar taşlarıdır. Bir zamandan sonra Şerif daha da uyuşmaya, hiçbir şey hissetmemeye başlar. Ölülerin hepsinin onu dört gözle izlediğine emin olmuştur acı kasvet dolmuş ruhu. Bir zamandan sonra elini ayağını dünyadan çekmeye, sessizleşmeye başlar, dünyası yavaş yavaş başına yıkılmaktadır. Şerif’in aksine mezarlıkta çalışan Rıza, yıllara rağmen her kürek atışında vicdan azabı çeker ruhu. Cenazede gözleri yaşlı çocuklar görünce gözleri dolar. Çocuklara, özel kutusunda bu durumlar için sakladığı şekerlerden verir. Onları sakinleştirip güldürmeye çalışır. Herkes Rıza’yı tanıdığından ona güvenleri tamdır. Rıza ölülere garip bir şekilde saygı duymaktadır. Mezarlıkta aldığı her nefes sanki onu onlardan daha da canlı yapmaktadır.
Fatihane Mezarlığı’nda sıradan günlerden biridir. İnsanlar sevdiklerini gömmüş, mezarlığın önündeki sıra kuyruğundan anlaşılabileceği üzere pide dağıtılmaktadır. Aldıkları yeni siparişe bağlı olarak mezarlığın içine türlü türlü mezar taşları gelmektedir, aile mezarlıkları tek kişilik mezarlıklar, farklı farklı yazı şekilleri ve hepsinin sonunda bir El Fatiha.
Günlerden cuma olmasından mıdır bilinmez mezarlık bugün bir hengâme içindedir. Fazla cenaze, az görevli olduğundan şüphelenilmektedir.
Bir sürü çelenk getirilmiş, güller papatyalar ve başınız sağ olsunlarla mezarlıkta adeta bir şenlik havası vardır.
Akşama doğru mezarlıkta hiç ziyaretçi kalmamıştır. Yoğunluğun bitmesiyle birlikte Şerif ile Rıza sarı kulübelerinde yeni demlenmiş tavşankanı çaylarını höpürdetirken kulübe birden sallanmaya başlar, tavşankanı çaylar yere dökülür, mezarlıklar birden göçmeye başlar ve bir çam ağacı kulübenin yanına devrilir.
Masanın yanında saklanan bu iki adam başlarını kaldırıp pencereden baktıkları zaman mezarlığın ortadan ikiye derin bir çukurla ayrıldığını görürler. Mezarlıktaki neredeyse bütün mezarlar çukurun içine gömülmüş, mezar taşları paramparça olmuş, toprak da göçtüğü için bütün mezarlar yerle bir olmuş ardından açılan yarık, bütün her şeyi yutmuştur.
Koskoca mezarlıktan geriye eski sarı kulübe şans eseri kurtulmuştur. Bunu gören Rıza hayatta olduğu için sevinçten ağlamaya, Şerif ise mezarlığın yerle bir olduğunu gördüğü için büyük bir acı ve korkuyla aylar sonra ilk kez bir şeyler hissedip ağlamaya başlar. Bu orta yaşlı 2 adam arama kurtarma ekipleri gelene kadar ağlaşırlar.
Mezarlığın neredeyse tamamını kaplayan o koca yarık, her şeyi yuttuğundan ve tekrar çökme riski olduğundan ekipler yarığın yuttuğu un ufak olmuş mezar taşlarını, kefenleri, kemikleri arama riskine girmeden oluşan yarığı toprakla sıkıca doldururlar. En sonunda yarık kapatılır. Kayıtlar doğru düzgün tutulamadığından dolayı çoğu mezar taşı sahibinin kim olduğu yerin 7 kat altına gömülür. Yeni gömülmüş olanlar ve önceden kaydedilmiş cenazeler için anıt mezar taşları dikilir, yüzlerce insanın şu dünyada hatırlanabileceği geride bırakılan tek şeyleri; mezar taşları bile onlarla birlikte kaybolup gitmiştir. Kimse tanımayacak, hatırlayamayacaktır öyle insanları. 200 yıl önce doğan bir adamın izini kim arayıp soracaktır ki zaten.
Rıza, hayatta kalabildiği, o koca çukurun içinde yitip gitmediğine o kadar memnundur ki yaşama sevincini iliklerine kadar hissetmiş, yaşadığı hayata daha da sıkı bağlanmıştır; oysaki Şerif gözünün önünde mezarlıkların bir yarığın içinde kaybolmasıyla birlikte dehşete düşmüş, bir gün böyle kendisinin de hayat limanından yitip gideceğini ardında bir mezar taşının bile kalamayabileceği gerçeği ile yüzleşince içi kasvet dolmuştur. Bunca yıl mezarlıkta çalışmış, bir sürü ölüm görmüş, bir zamandan sonra hissizleşmiş, kıyamet oluyormuşçasına yarığın her şeyi yutması uzun zamandan sonra Şerif’e bir şeyler hissettirmiş ama öylesine korkmuştur ki… Yerin birden ikiye ayrılmasıyla ölülere bile rahat vermeyip mezar taşlarını bile alıp yuttuysa hayat, o da tutunamayacaktır. Bir mezar taşı bile fazla görülmüşse onlara, bu dünya Sultan Süleyman’a bile kalamamışsa, geriye onun için ne kalabilirdi ki. Hayatında hiç bu kadar çaresiz hissetmemişti.
Her şey tamamlandıktan sonra bu tarihi mezarlık yeni yapılmış sitelerin o yapay, samimi olmayan görünüşüne boğuldu. Üstü toprakla örtülü insanlar vardı ama bu insanlar parça parça toprağın içinde birbirlerine karışmışlardı. Bir de mezar taşları vardı, pek bir önemi var mıydı ki bu anıtların. Mezar taşları neden bu kadar önemli olsundu ki zaten mezarın üst köşesinde bir dua genellikle Fatiha, adın soyadın, ölümünün ve doğumunun tarihiyle birlikte koskoca bir hayat birkaç kelimeyle özetlenilmişti işte. Bunlardan yüzlercesi dikildi her tarafa altında kim var yok umursanmaksızın. Üstünde birinin adı altında bambaşka birinin kolu… Mezar taşları sadece görünüş içindi, mezar taşları geride kalanlar içindi.
Şerif, bu yeni yalancı mezarlığı görünce içinde istemsiz bir iğrenti duydu, midesindeki asit ağzını doldurdu. O kadar iğreniyordu ki bu yalancılıktan. Rıza ise çok memnundu, inanılmaz bir şeydi yaşamak ona sıkıca tutunmak. Hayat devam ediyordu. Koskoca yarık kapatılmış, mezar taşları yerine geri getirilmişti, artık her şey yerindeydi. İşini çok daha büyük bir istekle ve manevi bir inançla yapmaya başlamıştı. Gece nöbetlerinden nefret eden bu adam, geceleri iple çekiyordu artık. Geceleri ayrı bir huzurdu. Ölüler huzur vericiydi, bir kere sen canlıydın bir üstünlüğün vardı onlardan sonrasında daha iyi hissediyordu insan. Belki biraz vicdan azabı çekerdin ama güzeldi geceleri sokak lambasının az ışığı, televizyonun arkadan gelen sesiyle gece karanlığı seyretmek, farklı bir dinginlik katıyordu insana. Gerçekten yaşadığının farkına varıyordun bir kere.
Şerif’in gözüne uyku girmiyordu. Gecelerini onlarla geçirmekten çok yorulmuştu. Mezarlığın içinde aldığı her nefes ruhunu daraltıyor içindeki kasvetin büyük bir hiddetle artmasına neden oluyordu. Hele gece nöbetleri en kötüleriydi. Rıza’nın gözlerindeki huzuru kıskanırdı Şerif, bunca et kemik parçaları iç içe girmiş… İnsanlar kendilerini kandırırken o kadar korkuyordu ki böyle bir insan olmaktan, insanlıktan çıkmaktan geride bir mezar taşı bile bırakamamaktan, ölüme o kadar alışmış ve bir anlığına o kadar yaklaşmıştı ki ölümün ani olabilmesi inanılmaz gelmişti. Günlük prosedürleri bir gün ona başkası hazırlayacaktı elbet. Bir de mezar taşı olacaktı, belki renkli renkli çiçekleri sonra bayramda gelen akrabalar “Birkaç yıla onlar bile kalmayacaklar.” diye düşündü. ”Unutulacağım, unutulacağız, hatırlanmayacağız.” diye geçirdi aklından.
Bir salı gecesi Rıza ve Şerif bu soluk sarı kulübede konuşurlarken Şerif kulübeninim boyasının değişmesi gerektiğini, kulübenin gittikçe çürüdüğünü bir şeyler yapmak gerektiğini anlatıyordu. Kulübe günden güne ölüyordu adeta.. hep bunu söylerdi zaten hep kulübenin boyanması gerektiğini anlatırdı Şerif Rıza'ya. Rıza, Şerif’in bu derdini büyük bir ilgi ve açlıkla dinler sonra yine kulübenin solukluğuyla yaşamaya devam ederdi. Aslında bu kulübe bu mezarlığa çok yakışıyordu; soluk sarısı artık yeşile benziyor, çatısı adeta çürümüş, küçücük bir pencere, tahta gövde, suyu sızdıran çatı oldukça eski olmasına rağmen dayanıyordu bu kulübe. İşte ölü gibiydi ama bir yandan da çabalıyor gibi gelirdi insana.
Rıza ve Şerif; soğuk, karın yavaş yavaş bastırdığı bir gecede pek de iyi çalışmayan elektrikli sobaları, oldukça küçük ekran sayılabilecek olan televizyonları ile birlikte soluk sarı kulübelerinde sokak lambasının ışığının altında yağan lapa lapa karın görüntüsünü izlemekteydiler. Rıza’nın hissettiği huzur adeta bütün odayı kaplamıştı. Şerif anlayamadığı bir rahatsızlık duydu bu sessizlikten. “Televizyonu açayım.” dedi, “Arkada konuşsun anlaşılmayan insan sesleri.” diye düşündü zaten öyle değil midir, ancak ev sessizliğe bürününce anlarız televizyonun açık olmadığını, bir ses olsun diye açarız televizyonu. Önemli olan izlemek değil sessizliğin bozulmasıdır. Aradan belli bir süre geçer, Şerif’in içindeki Rıza’ya olan bu merak içini kemirmektedir. En sonunda çaylarını yudumlarken sormaya tenezzül eder.
Şerif: Nasıl bu kadar huzur içinde olabiliyorsun, nasıl bu kadar mutlusun Rıza?
Rıza: Ne demek istiyorsun Şerif, sen de en az benim kadar huzur bulabiliyorsun sanıyordum.
Şerif: İnan ki zerre kadar yok Rıza, hiçbir şey yok.
Şerif: Yarık her şeyi yuttu her şeyimi, inançlarımı hissettiğim her şeyi de alıp gitti. Hepsi yerin yedi kat altında. Korkunç bir şey bu Rıza, geceleri uyuyamıyorum. Hele o yeni getirilen yalan mezar taşları hepsi o kadar korkunç ki! Kusacakmış gibi oluyorum. Her şey olduğu gibi devam ediyormuşçasına insanlar hayatlarına bir şekilde devam ediyorlar. Geçen küçük bir çocuk geldi annesine dualar okuyup gitti. Kadın orada bile değil kim bilir nerenin yedi kat altında, herkes halinden memnun. Bu mezar taşları onlar için değil, geride kalanların tesellisi olmak için.
Şerif: Eskiden bu sessizlik beni yok ederdi. Kulübem sahnemdi, mezarlar seyircilerim. Çoğaldıkça çoğaldılar, o kadar ağır geliyor ki Rıza, anlıyor musun? Ben millet gibi değilim yoldan geçerken bir dua okuyup bırakayım. Her gün her gece bağırmak istiyorum bu ölüler, çok sessiz Rıza, biliyorum bir gün ben de onların yerini alacağım ama dayanamıyorum artık gecelere, ölü kedilere, senin bu kadar mutlu olabilmene, anlıyorsun değil mi Rıza, beni anlıyorsun?
Rıza: Senle o gün bu çürümüş sarı kulübeyle birlikte yerin yedi kat dibinde çürüyebilirdik. Bir avuç toprağa dönüşebilirdik Şerif ama bak buradayız, onlar yerin altındalar. Evet, korkunç bir şey belki de ama sana yalan söylemeyeceğim, utanıyorum bu hislerimden ama aynı zamanda o kadar galip hissediyorum ki bu düşüncelerimden. Kötü biri miyim ben Şerif, yaşamak bencillik mi sana göre onları izleyebilmek, sende de aynı hisler uyandırmıyor mu?
Şerif: İnan ki uyanmıyor ama o kadar isterdim ki sizin gibi olmayı; annesine dua okuyan o küçük çocuk gibi devam edebilmeyi öyle isterdim ki ama hepimiz öleceğiz ve günün birinde unutulacağız. Ne yaparsak yapalım fark etmeyecek, sessizlik hepimiz için bekleyecek belki bir soluk fotoğrafta izin kalacak belki torunun senin yüzünü unutacak, sonra unuttuğunu da unutacak bizden geriye bir şu mezar taşları kalacak sonra onlar da yerin yedi kat dibini boylayacak, korkuyorum biliyor musun Rıza çok korkuyorum.
Rıza: Ama şu an yaşayabiliyor musun be Şerifçiğim? Onlar da bir zamanlar mezarlara bakıyorlardı; sonra onların yerini biz aldık ve bizim yerimizi başkaları alacak. Hayat bir şekilde devam edecek, kuşlar uçacak, senin büyük büyük torunun gözlerini dünyaya açacak. Sen ölüyorsun diye dünya kararmayacak. İnsanlar sonsuz matemlere kapılmayacaklar ve sen şurada ya da başka bir yerde bir mezar taşında adın yazacak, onca yaşanmışlık seninle birlikte gömülecek ve senin üzerine çiçekler serpilecek, bahar gelince açılacak her biri işte o zaman sen bu sessizlikte huzur bulacaksın. Kaçtığın şey senin merhemin olacak. Adın şuracığa yazılacak, “Şerif Özben” diye sonra bir imam birkaç akraba ve bir El Fatiha. Herkes unutulacak bir şekilde hemen hemen değil ama sonsuz kalıcılık bizim gibi mahlûklara göre değil be Şerifçiğim.
O geceyi Şerif ve Rıza, yağan kar tanelerinin mezarlığı bembeyaz bir örtüye çevirmesini izleyerek geçirdiler. Ortam olabildiğince kasvetliydi. Sonunda Şerif sessizliğe dayanamayarak Rıza’ya sarılıp ağlamaya başladı. Rıza hiçbir şey demedi, sadece Şerif’e sarıldı. Şerif saatlerce sessizce ağladı. Ertesi sabah Şerif, elinde olabildiğince parlak ve canlı bir boyayla kulübeyi kırmızıya boyadı. Kulübe bu kasvetli mekânda sanki yaşıyormuşçasına, ben buradayım dermişçesine ayakta durmaktaydı. Şerif mezarlığa son kez baktı, sonra gözleri kedilere kaydı, yavru bir kedi donmuş karın altında kalmış ölü kedi yavrusunu patileriyle gün yüzüne çıkarmaya çalışıyordu. En sonunda dayanamadı, güçsüz düşüp yere yığıldı. Şerif yavru kediyi kucağına aldı, kırmızı kulübenin içindeki Rıza’ya uzaktan gülümsedi. Her şey çok sessizdi. Donmaya başlayan yavru kedi, Şerif onu koynuna sokunca ısınmaya başladı. Sessizliği dolduran tek şey bu iki yalnız ruhun sesiydi. Şerif mezarlığın demir kapısından bir daha dönmemek üzere çıktı. Gözlerinden yaşlar süzülürken sevinçten mi hüzünden mi bilemedi. Ardında bıraktığı mezarlık yeni sakinlerini ağırlamak için tekrar uykuya daldı.
Sera bag
2022-05-19T12:24:59+03:00Hikayem hakkında ne düşündüğünüzü yazarsanız benim için çok iyi olur. Teşekkürler buraya kadar okuyabildiyseniz.