Yürüyordu ihtiyar.

Bir yere varmak, birine sarılmak için değil.

Sadece ve sadece yürümek için yürüyordu.

Sanki gelin arabasının arkasına takılmış kola kutuları gibi

Ardına takılmıştı anılar.

Ara ara tıkır tıkır gülümsetiyordu ihtiyarı.

Biliyordu otuz beşin yolun yarısından fazlası ettiğini.

Yağmura rağmen açmıyordu baston şemsiyesini.

Kim bilir bu ıslanabildiği kaçıncı yağmur olacaktı?

Adımlarımı ona denk tutmak için yavaşlattığımı farkettiğinde

Önce kızdı sonra gülümsedi biraz daha yavaşladı, ardından tekrar ben yokmuşum gibi hızlandı.

Ben değildim baktığı...

Ardında tıkırdayan anılardı.

Dilinde sayabileceği kadar yaş, sayamayacağı kadar hatıra vardı.

Şu yaşamak denen, ne tuhaftı!

Ben bazenleri böyle hüzünlü oldum mu,

'Sen istemesen bile, kapalı perdelerden duvarları yırtarak girecek güneş' derdi babam.

Sevgili ihtiyar,

Sahi bahtiyar mıdır bizi yaratan?

Bu hep sokaklarda başıboş hüzünlü oluşumuzdan?

Pencerelerden göğe hüzünlü bakışımızdan?

Bu yok yere çektiğimiz ah'lardan?

Gözümüzün altındaki hayat yorgunluğundan?

Bir dal çiçeğin açmasına izin vermeyen,

Bu gri beton yığınlarının üstünde ayak sürüyüşümüzden?

Üzülme ihtiyar,

Sakın üzülme...

Yitip gitti sandığın yıllarının hep yaşamak dolu.

Nerden biliyorsun diye sorma sakın.

Şemsiyeni açmayışından belli,

İhtiyar gözlerin, güzüdür yaşadığın onca baharın..