İspanyol sokak müzisyenleri, Kadıköy'ün gittikçe sessizleşen sisli akşamında dinleyicileri, melodilerin sıcaklığına bırakmıştı. Gecenin bütün letafeti aşık bir kadının üzerindeydi. Aşk, genzinde bir inci tanesi gibi dolaşmaya başlamıştı. Sevimli ama rahatsız ediciydi. Onu hemen orada yutmayı düşündü. Hem belki çabucak yutsaydı onu, önce kuvvetli bir şekilde hissettirse bile ağrısını bizzat yüce Daidalos gibi, mimarisi kendisine ait olan tutsaklığın içerisinden en hür şekilde kendisini kurtarabilirdi. Melodiler, bizatihi sokakta yankılanıyordu ama çehresinde yankılanan tutkulu, bambaşka bir şey vardı! Aşkının yolculuğu öyle beyhude; öyle ümitsizdi ki, yaşamının en taze vaktinde yetişen bu belirsizliğe güceniyordu. Üstelik onu tutsak eden mimarisi yanındaydı. Az önce kendi elleriyle mi yapmıştı? Fevri bir şekilde ona dönmek -hatta gözlerinin dolmasını- istedi. Nazım Hikmet’ten “Seviyorum Seni” şiirini okusaydı -belki yalnızca onun en sevdiği şair diye- bir ilan-ı aşk manifestosunu gerçekleştirebilir miydi? Fakat o, sevgisiyle nasıl baş edebileceğini bilmediği için mimarisini unutmak istedi. Özgür olmak için en yükseklere uçmayı seçti...


“En yükseklere uçabilmiş, balmumundan yapılmış kanatlarıyla, aşık bir kadın!”


Aşk, sanki bir mermi misali isabet etmişti ona

ama artık geçiyordu. Son nefesini verirken Özdemir Asaf’ın ne kadar haklı olduğunu anladı:


“Bir seviyi anlamak

Bir yaşam harcamaktır...”