Yolları sever misiniz? Peki ya yol almayı? Sonunu görmeyi ister misiniz hep? Bilmelisiniz! En uzun yolun bile sonu vardır. Tabiatı böyledir; çünkü varmak için aşındırılırlar. Bu öykü belki de bununla alakalı bile değildir. 

Hayatımız bizlere sonunu bilmediğimiz yollar sunuyor ve yolda keyif almak şurada dursun sonunu merak etmekten sıkılıp duruyoruz. Daha varmadık mı diye ağlayan mızmız çocuklarız hepimiz. Genelleme sevmez misiniz? Ah, affedersiniz! Şimdi genellemelerden sıyrılıp özelleme yapmalıyız. Anlamlar aradığımız ve dört bir yanını doldurduğumuz kavramlar her yerdeler. Yansıyan ben dilli cümleler gibi aynı sofrada doygun…

Dizleri karnında, sırtı çıplak duvara dayalı oturuyordu. Avucunu çizgi çizgi dolaştı bakışları. İsteklerini avcuna yazmıştı. …“anlaşılmak”… Yutkunup başını kaldırdı. Anlaşılmak için insanları anlayabilmek gerektiğini düşündü. Kimin neyi olursa, ona daha yakın olup düğümünü çözebilir? Bilmiyordu. Binalar gibi çok, üst üste ve yığınlarca düşünce zihnini ısıtıp sonra da eritiyordu. Binalar demişken, kafasını kaldırıp göğünü iki yandan çevreleyen yaşlı apartmanlara baktı. Her pencerenin ardı için ne düşünse…

 İçeridekiler günde kaç kez gülüyor? Ağlayamayan kim? Pencere önüne çiçeği koyanın adı ne? Sabahı en erken kim karşılıyor? En geç kim yatıyor? Her evde çocuk var mıdır? Bu daireler kaç odalı? Odaların duvarları ne renk? Hepsi aynı renkse çok boğucu! Sürekli kavga eden insanlar gibi…

Yağmur alnından burnuna doğru süzülene dek sokak ortasında öylece durdu. Ne bir adım ileri ne de geri yürüdü. Burnuna tanıdık bir koku geldi, yüzündeki ıslaklığı silerken. Gülümsedi. Sevdiği ama uzun zamandır görmediği birini uzaktan görmüş gibi ona doğru yürüdü. Giriş kat balkonundaki demir parmaklıklar arkasında üst üste dizilmiş sac ekmeklerini gördü. Az ileride kaldırımda oturmuş cips yiyen çocukların seslerini duydu. Baktığında yüzlerine, ağızları ve çeneleri turuncuya dönmüştü. Dalında taze kızaran kirazlar gibiydiler. Çocukları seyre dalmışken, parmaklıkların ardından bir el dumanı üzerinde bir parça ekmek uzattı.

-Al yavrum. Pek solgun duruyorsun. Ye hadi!

Tereddüt etmeden uzandı ona uzanan ele.

- Eline sağlık teyzeciğim.

Bir ısırık aldı. Gözlerini bir süre kapattığı halde çiğnedi ve çiğnedi. Yutarken memnun hissetti. Yalnızlığını bastırmıştı bu lokmalar. Biraz daha insana doymak isteyerek balkona baktı. Kimsecikler yoktu. Bomboştu ne ekmekler ne bir eşya ne de kadın. Yoktular...

Bu eve girsem bir şekilde kimselere görünmeden burada bedava yaşayabilir miyim? Diye sordu kendine. Ama hayır cevabı açıktı burası hem kalabalık bir mahalle hem de yani kim oluyordu ki canım o evde yaşasın. Canından çekindi biraz da insanlardan.Kendine kalacak bir ev bulmalıydı. Birkaç gündür adımlamadığı sokağı kalmamıştı bu küçük semtin. Sadece bu kentte yeniydi ama yalnızlık onun için eskiydi. Üzeri tozlanmaya bırakılamamış bir eşya gibi hep onunlaydı.

Sahi neden atamayız eşyalarımızı? Onlarla bağ mı kurarız? Peki ya onlar onlar da bizi sever mi ? Yanımızda olmak isterler mi? Bunun ne önemi var ki? Bilmenin..

Kafasını sokacak bir evceğizi olsundu. Ufak bir oda, yatak hepsi bu. İstediği buydu. Başka şeyler de istemişti zamanında. Ufacıkken yaşı bir yuva dilemişti. Anneli babalı, hani esaslı bir yuva. Mutlu aile tablosunun tek eksiği kendisi olsun da gelip onu alsınlardı, kurtarsınlardı. Kime baksa anlamaya çalışsa nafile. Duyduğu sesler ona o da seslere misafir kalıyordu. Boş teneke sesi bilirsiniz tın tın tıka tıka tın...

 Çantasına uzanıp kulaklığını aradı elleri. Çıkartıp taktı başının üstüne dış parazitini. Müzik değildi dinlediği, harika bir sesli tiyatroydu. Çocukluğunun cebinde kalan tek güzel şeyi buydu. Müdüre anneleri en çok böyle şeyler dinlerdi radyosundan. Bazen de lütfedip yemekhaneye radyosunu getirirdi. İşte o vakitler boş sallanan salıncak doluverirdi sanki. Çiçeğe su ulaşır, yeşillenirdi bakışları tüm çocukların. Hep birden bakışlarını radyoya diker oyunu dinlerlerdi. Kahramanlara kıyafetler giydirirdi zihinleri. Kaptana beyaz şapka! Yelken beyazı, köpük beyazı... Manzaraya birkaç ev belki hayvanlar eklerlerdi. Masada kış ortasında bir salatalık gibi mevsimsiz ve ferah duran peçetelik.