En çok sen yaşadın, sen ve sen ve oradaki. Dalgalı sular arasında sizi gördüm. Hıçkırığı andıran kekremsi kahkahalarla neşeniz vuruyordu tüm kıyıya. Güneş tepedeydi ve tüm börtü böcek gölgelik kayalıklara çekilmiş sessizlikte dinleniyordu. Kıpırtısız, cansız boğucu bir havanın altında kumsaldan şehre doğru yürüdüm. Küçük, alışılmış kaldırımlarla dolu bir şehir. Bir aradayız işte yeniden, yazın buğusunun altında toplanmış, tazelenmeye çalışıyoruz. Elimi uzattığım her kadeh parçalanarak düşüyor yerinden, neden bu yüzlere sinmiş keyifsiz oflamalar, anlamlandıramıyorum o gün. Yine de oturdum masaya, yeni mahsul vermiş fidanlıklardan domatesleri, semiz otlarını ısırdım. Dilimin yanığını aldılar biraz olsun ve böylelikle sesim bozmadı hiçbir büyüyü. Karınlarımızı doyurup kısa bir yürüyüşe çıkıyoruz bahçede. Önümde bir sedir, iğnelerine uzanıyorum yerdeki, avucumda toparlıyorum teker teker. Tiz bir ses başımı arkaya döndürüyor. Bir kiraz ağacının önünde durmuş kırmızı dallarına methiyeler düzüyor, düzinelerce pozlama.

Geldiğimiz toprak yoldan geri dönüyorum hava karanlık. Perdeler çekili, hafiften gelen kapılar ardındaki insan sesleri. Ilık bir sohbet havası var içimde. Hiç bulunmadığım bir ana özlem duyuyorum birden. Nereden geldi şimdi bu iç sıkıntısı diye söylenecek mecalim bile yok. Yatağa atıp kendimi gözlerimi kapamak istiyorum yalnız. Uzanıyorum. Son bir göz gezdirme ve sonra uyku beni kucaklayacak. Elime telefonumu alıyorum. Kısık parlaklığının ardında yine o kahkahalarla ve neşeyle karşılaşıyorum, kadehler, kıpkırmızı domates, kiraz ağacı birer birer önüme düşüyor. Tek bir farkla aynı günü tekrar ediyorum. Burada hiçbir yüzde o memnuniyetsiz, sıkılmış oflamalar yok. Şaşırmıyorum, yargılamıyorum, kendime bakıyorum, gülmediğim bir anda ne kadar da güleç çıktığıma. Kendimi yadsıyorum. Şimdi o özlem duygusu yeniden geliyor içime savuşturamıyorum bu sefer. Gözlerim buğulanıyor, nefesim düzensiz, bir damla düşüyor yanağımdan yakalayamıyorum…