Seyre durdum kendimi. Aklımın içinden geçen, birden fazla yük treninin çıkardığı ray sesleri ve tonlarca ağırlığıyla yaptığı basınç. Bir yandan kulaklarımda, dahasını duymak istemeyeceğim kadar ilgim dışı olan ama çok uzaklardan geldiği için bu duyulması çaba gerektiren kısık bir sesin ne olduğunun merakı. Daha fazlası gözlerimde...

Açsam, anlık karartılar, buğulanmalar ve fiziksel bütünlüğümü bozacak baş dönmesiyle başlayan midemin içeride çıkardığı isyanla beraber ensemden yukarı tırmanan tatlı sızı, kulak çınlaması... Dahasını deneyimlemeye gücüm yetmedi.

Kapatsam, başlangıcı tıpkı evren gibi karanlık ve boşken, aniden beliren birkaç renkle beraber ustaca çizilmiş tabloları andırır gördüklerim. Sonra havayı hissederim. Zaman, kendisini bu tabloya kurmaya başlar ve kendim çekmeme rağmen yönetmesini üstlenemediğim bir senaryoya doğru götürmektedir beni. Olaylar kırılmaya, zaman sıçramaya, mekan ise gitgide sürreal bir hale dönüşmektedir. Başlangıcı karanlık olan gözlerimin perdesinde. Ben ise bunu izlemeye yaşı ve gücü yetmeyecek olan ve bitene kadar izlemek zorunda kalacak bir talihsiz izleyici gibi koltuğuma bağlanmış, gözlerimi kapatmama izin vermeyen sadist bir mucidin, tüm zamanını ayırarak icat ettiği bu sandalyeye mahkum olmuşum.

Her sahnede trenler, dolu yük trenleri, vagonları, çıkardığı sesler, bazen kırlarda koşarken bile...