Aynı şehirde olmamıza rağmen yaklaşık olarak bir aydır görüşmediğim Orhan’la buluşmuştuk. Ne olmuş sana öyle, ne olmuş bana böyle sorularının arasında konudan konuya atladığımız bir süre içerisinde sahile doğru yürüyorduk. Hava aşırı derecede sıcaktı. Güneş; asfaltların, betonların, çöplerin ve hatta yeryüzünde değebildiği her şeyin üzerine kâbus gibi çökerek eritircesine hepsinin dumanını attırmıştı. Kış günü ağzımızdan çıkan hava gibi şimdi de resmen tepemizden çıkıyordu aynı şeyler. Bizse körüklünün içindeki koku yerine tepemizin yanmasını tercih ettiğimiz için yürümeye devam ediyorduk. Üniversitelerimizden mezun olmuştuk ve kasiyer alımı da olmadığı için boşluktaydık. Bu yüzden de uzun bir süre görüşememiştik. Üniversite bittiği için sonrasında faiziyle birlikte ödeyeceğimiz burslarımız da kesilmişti. Babamızdan para isteyemediğimiz yetmezmiş gibi üniversiteden sonra gereksiz bir büyüme havasına girerek annemizden de para isteyemez olmuştuk. Annelerden istenirdi aslında çünkü ana yüreği buna izin vermezdi. Burası bizim hatamızdı. Ailelerimiz için ne kadar uyku düşkünü bir tembel olsak da aslında biz de para kazanmayı, kendi işimizi yapmayı çok istiyorduk. Kendi işimizden de vazgeçerek kasiyerlik başvurusu bile yapmıştık. Kimseden bir farkımız yoktu. Biz de 36°- 42° Kuzey paralelleri ile 26°- 45° Doğu meridyenleri arasında Ekvator'un kuzeyinde, başlangıç meridyeninin doğusunda ve orta kuşakta kalan yerdeydik. Klişe yapmak istemiyorum. Coğrafya, kaderimizi etkileyecek derecede önemli bir derstir. Bunları söylerken Kasa Personeli Seçme Sınavı hazırlıklarımın tekrarını yaptığım için kısaca ülke adını söylemeyi tercih etmedim. Kafamın sıcaklığı da buna etki etmiş olabilir. Ne vardı da saçlarım bu yaşta dökülmeseydi... Şu an derimden ve hatta kafatasımdan bile geçmeyi başaran güneşi beynimin içinde hissediyordum. Belki de öfkeyle “Bu ne sıcaklık, yani neden?” diyerek baktığım için beynimde gezmesine izin vermiştim. Güneşe bakmaktan olacak ki gözlerim de bir an kör gibi oluyor, sonra açılıyordu. Yürümeye devam ediyorduk ve nihayet sahile çok az kalmıştı.

“Ne düşünüyorsun Orhan?”

“Geleceğimizi.”

“Boş ver ya, şimdi onun sırası mı? En azından bugünümüz keyifli geçsin. Yollarımız ayrıldığı andan itibaren ‘Ulan ne gündü be!’ diyemeden düşünmeye başlayacağız.”

“Yakın gelecekten bahsediyorum. Hatta birkaç metre ilerimizdeki geleceği düşündüm. İlerideki boş bankları gördün mü?”

Sahile ulaşamadan boş bankın cazibesine kapılarak parkta girmiştik. Bu parkta boş bankı bulmayı bırakın, boş yer bile bulmak zordu. Hem saatin tam öğle vaktine yaklaşması hem de aşırı sıcaktan olacak ki boş bankı kapabilmiştik. Bu parkta genelde emekli amcalar toplanırdı. Banklar için amcaların rezervasyonu varmış gibi hangi saatte ve nasıl gelirse gelsin fark etmeden oturabiliyorlardı. Bizler için imkânsız gibi görünen bu şeyi başarmanın gururu, en az bir işe girmek kadar büyük ve etkileyiciydi. Parkın köşe kısımlarında ise liseli gençler buluşurdu. Liseli bir genç, sevgilisini de alarak bu parka gelmezdi. Buraya genelde sigara içmeye, çekirdek çitlemeye veya muhabbet ortamı olsun diye gelen hem cins gruplar halinde liseliler gelirdi. Birkaç defa sevgilisiyle buraya gelme gafletine düşen gençler, takma dişlerin arasından kurşun gibi çıkan tükürüklerle vurularak etkisiz hale getirilmişti. Neyse ki Orhan’la ben bu yaşta saçları beyazlamış iki erkek olduğumuz için korkusuzca girmiştik parka. Sıcak olsa da bir ağacın gölgesinin altında kalan boş banka kimse hayır diyemezdi zaten. Yaklaşık beş dakika boyunca nefes seslerimiz konuştu. Günde en az üç kere devleti ve toplumu yeniden şekillendirirken her cümlede birbirini onaylayan etrafımızı sarmış amcalar gibi sürekli “Hıhh” diyerek anlaşıyorlardı. Biz de muhabbetlerini bozmak istemedik. Bir süre daha böyle geçtikten sonra tütünlerimizi sararken Orhan nefeslerimizi susturmuştu.

“Sol çaprazdaki emmimi gördün mü? Bak iyice çünkü geleceğini görebilen tek kişi olabilirsin. Ahaha.”

“O adamın emekli maaşı var. Bizim sigortamız bile yok. Gelmişiz 76 yaşına, buna rağmen sigortamız yok.”

“Yine de bir görsek şu 65’i. Tüm şehri körüklünün ön koltuğunda gezeceğim.”

“Vizyonsuzsun. O zamana kadar körüklü mü kalır? Elektrikli olur, sessiz sedasız gideriz. Klima da var.”

“Ücretsiz bir vizyon kursu olsa da gitsek. Toplumun da buna ihtiyacı var. Bu park bizi bozuyor, kalk gidelim. Dondurma mı yiyelim, yoksa soğuk bir şeyler mi içelim?”

Beni yıllardır tanıyan dostum Orhan, bana hiç yapmaması gereken bir şeyi yapmıştı. Dondurmayla içeceğin arasına sıkışıp kalmıştım. Neyse ki ikisi de soğuktu ama bu bana yeterli değildi. Hızlıca karar vermek istiyordum ve paralel evrenler arasında yolculuğa çıkmıştım.

*

Berbat bir parktı burası. Oturacak yer bulamamıştık. Bankın arkasındaki parkın duvarına sırtımızı yaslamıştık. Ellerimizde bedava çıkmasını umut ettiğimiz iki dondurma vardı. Bir yandan dondurmanın çubuğu hangi tarafta diye ararken bir yandan da arama esnasında kırmayayım diye uğraşıyordum. Gerilmiştim. Orhan da aynı şekilde, bir yandan alnından akan terini silmeye çalışıyordu. Nihayet kırmadan açmayı başarmıştık. Çubuklu taraftan ilk defa açmış olmanın heyecanıyla Orhan’a kibirli bir gülümseme yolladığımda Orhan gelişine bir voleyle kibrimi auta atmıştı. Orhan iyi forvettir, dondurmasını bacak aramdan geçirerek golünü atmasını bildi. Atarken de “Abi bu dağılmış zaten ya.” diyordu. Elimdeki dondurmaya baktığımda meğer benimki de kırılmış ve hatta çubuklu tarafından açtığımı zannetmişim. Dondurma parçalandığı için çubuğun ucunu görmemden dolayı bu kadar kibir salmışım. Yine de Orhan gibi davranmayarak dondurmayı kabuklu karpuzu yediğimiz gibi yemeye başladım. Burnuma yapışan dondurma paketinin hissiyle dünyaya dönmüştüm.

“Tevfik!”

“Orhan?”

*

Sahilin kenarındaki klimalı kafede oturuyor ve kulağımda yankılanan klasik müzik eşliğinde kitabımı okuyordum. Önümde hâlâ telaffuzunda zorlandığım bir kahve vardı. Duvarda ilginç tablolar arasına sıkışmış yazıya gözüm takıldı. “Bu Alanda 9999 Sayılı Kanun Gereğince Çay Tüketmek Yasaktır” yazıyordu. Uzun zamandır çay içmediğimi hatırladım. Çayı özlediğimi kendime söylemekten utanıyordum ama bu gerçeği o sırada kabul de etmiştim. Böylelikle tam bir karar almışken Orhan içeriye girdi. Omuzlarımızı tokuşturduktan sonra hızlıca oturarak bir kahve rica etti.

“Kahveyi özledim. Amerika’da nereye gitsem çay uzattılar, düşünebiliyor musun?”

“Bunu bana söylememelisin. Ben de sen gelmeden önce Amerika’ya gitmeye karar vermiştim. Birlikte gitmeye ne dersin?”

“Seninle yolculuk yapmak çok iyi bir fikir ancak yeni döndüm dostum. Şirketin hesaplarında bazı pürüzler var, onları halletmem lazım. Bu arada liranın artışından dolayı felaket bir alışveriş yaptım. Sen neden böyle bir karar aldın?”

“Her zaman Amerika cennet diyorum, bilirsin. Oradakiler yaşamayı bilmediklerinden buraya özeniyorlar. Baksana halimize, iş peşinde koşmaktan kendimize vakit ayıramıyoruz. Birkaç gün bir boşluğum oldu. Liranın bu şekilde artması da cazip geldiği için Amerika ekonomisine destek olmaya gidiyorum. AHA HA HAAAĞYK. Biraz lira görsünler de döviz kurları aşağı insin.”

“Küresel bir yardımseversin. Asdfghjkl. Pardon, Amerika’da gülmeyi de unutmuşum. Gitmeden bana haber verir misin? Ben unutmuşum, biraz kayısı çikolatası göndereceğim yengemlere.”

Yengemler dediği anda hiç çıkmak istemediğim bu evrenden çıkmıştım. Süreli miydi buralar? Dondurma da içecek de yoktu ama yengeler her yerde vardı. Dondurma mı, yoksa içecek mi sorusunu hiç sormamış olsaydı o evrende olabilir miydim o an?

“Dostum!”

“Acayip, Ooorhannnnn.”

*

Parktaki bankta oturuyorduk. Ben, Orhan ve ismini bilmediğimiz bir amca vardı. Etraftaki çocuklar elimsende oynuyorlardı. Bir grup genç bir köşede bağlamalar ellerinde atışmalar yapıyorlardı. Her amca veya amca grubunun içinde kesinlikle onlara kulak vermiş gençler de vardı. Kadınlardan oluşan grup piknik yapar gibi parkın bir köşesini işgal etmişlerdi. İnsanlardan kimisi ağaçlara bakarken bir başkası gökyüzüne âşık olmuşçasına bakıyor, bir başkası ise yerdeki pis şeyleri topluyor, birileri buluşuyor ve kimileri de vedalaşıyordu. Herkesin yüzünde mükemmel bir gülümseme vardı. Ben de öyleydim. Heyecanla amcayı dinliyorduk.

“Öyle işte gençler. Burada onu gördüğüm an dilimden dökülmüştü sözcükler. O güne kadar şairleri çok dinlerdim ama iki kelimeyi bir araya getiremezdim. Her gün güneş tam tepeye geldiğinde evlerimizden çıkar buraya gelirdik. Karşıdaki dağa güneş yaklaşacağı vakit bizim de süremiz dolardı. Evlendik, yuva kurduk, çocuklarımız oldu, çocuklar büyümeden gitti. Ona sorsak gitmezdi elbette ama yataklara düştü. Şimdi gelirim her gün buraya. Çocukları izler, neşelenirim. Hanımefendilerin pikniğinde benim de eşim var zannederek beklerim. Gençlerin türküleriyle dertlenir, bazen de bir şiir okumaya çalışırım. Her gün bir şiir geçer aklımdan ama unuturum ertesi gün. Yine de o ilk şiiri hiç unutmadım.”

Son olarak amcadan duyduğum kelime nasıl bir evrende olduğumu anlamama yardımcı olmuştu. Amca, yazmayı bilmediği için şiirlerini unuturdu. Şimdi her şey çok kolaydı ama o güzelliği bırakmak istemezdim. Kimsenin elinde tablet, telefon, fotoğraf makinesi yoktu. Bu yüzden de herkes bir aradaydı. Bu yüzden insanlar ellerindeki teknolojik aletler dışında dünyaya karşı sorumlulukları olduğunu biliyordu. İnsanlar dünyaya karşı olan sorumluluklarını ayak ayağın üstüne atmış bir şekilde bir de tweet atarak yerine getirmiyordu. Belki de dondurma bile yoktu o zamanlar. Sahi, nerede bu dondurmalar? Soğuk bir şeyler mi içsek?

“Amca, uyanmıyor.”

“Orhan, hani nerede…”

*

Cuma çıkışı amcalarla oturmuşum da onlar terbiyemi beğendiği için kendimi cennetlik görmüş gibiydim. Orhan bankta oturmuş dondurma yiyordu. Ben de vay alçak, ben gelmeden başlamışsın diyerek yanına oturdum. Orhan beni fark etmedi. Birkaç defa Orhan diye tekrarladım. O sırada eski bir sınıf arkadaşımız Orhan’a yaklaştı. Yapma Orhan’ım, dondurma yiyerek onu geri getiremezsin diyordu. Orhan da ağlamaklı bir ses tonuyla, en son burada dondurmam nerede kaldı Orhan derken öldü, dedi. Bir an bağırmaya başladım ama duymuyorlardı. Huzur içinde uyuyordur bile dediler.

“Laaaaan! Huzur mu bıraktınız adamda?”

“Oh be! Sonunda uyandın. Ne huzuru, ne diyorsun?”

“Acayip evrenlere gittim Orhan’ım. Oooo! Hamdi, sen ne ara geldin ya?”

“Abi, tesadüf işte. Orhan’ı senin başında şu giden amcayla çaresiz bir şekilde görünce koştum. Orhan’la sen olduğunuzu gelince fark ettim. Buluşuyorsunuz, haber de vermiyorsunuz.”

“Amca mı? Geliyorum.”

Amcaya seslendim. Amca da seslenmemizi bekliyor olacak ki aniden döndü. İşaret parmağımı kaldırarak yanına doğru ilerlemeye başladım. O parmağı kaldırmasam da olurmuş çünkü amca oradaki banka oturdu. Teşekkür ederek yanına yaklaştım.

“Rica ederim evladım. Bir şey yapmadık. Aha şu esansı gördün mü? Bu yaptı mübarek. Umreye gitmiştik hanımla.”

“Amca sen şair misin? İstersen şiirlerini ben not etmek isterim.”

“Ne şairi evladım? Ben nüfustan emekliyim. Okuma yazma da biliyorum yani.”

“Pardon amca ya?”

Adam hiçbir şey anlamamıştı. Ben ise ancak o an anlamaya başladım. Orhan, Hamdi ve ben hızlıca ilk bulduğumuz köşe lokantaya girerek tavuk dönerlerimizi sipariş ettik. O sırada Orhan anlattı. Bana dondurma mı, içecek mi dediği esnada ben bayılmışım. Orhan çevredeki ısrarlara rağmen ambulansı aramaya izin vermemiş. Hatta insanlara sürekli bayıldığımı iddia etmiş. Oysa hiç bayılmamıştım. Bu, ilk deneyimimdi. Yani ben baygınken başımda muhabbet bile etmiş. O sırada amca gelmiş, yardımcı olmaya çalışmış. Orhan’ın ambulans istememesine şaşırmamış ve elinden gelen bir şey olur diye beklemiş. O sırada Hamdi de gelmiş. Orhan’ın çabası, amcanın yalnız bırakmaması ve Hamdi’nin ilk başta tanımamasına rağmen gelişi beni insanlık ölmemiş diyerek umutlandırmıştı. Orhan anlatmaya devam etti.

“Aslında amca dün kaybettiği tespihi aradığı için beklemiş. Gelince ilk sorusu tespih olmuştu. Yani iyi niyetinden şüphe etmedim değil. Bu zamanda yapılan iyilikten şüpheleneceksin. İnsanları etkilemek için kullanılan bir şey oldu iyilik. Vicdanı için iyilik yapan yok maalesef. Canım kardeşim Hamdi gibi. Hamdi’yi de biliyorsun, 176 takipçisi olan kanalına video atmak isteyerek gelmiştir.”

“Yok abi, öyle bir şey olabilir mi?”

“Çıkar, göster lan telefonunu. Gelirken elindeydi, gördüm.”

“İyilik yap, manipüle et. Manipüle olmamışsa Allah bilir.”

“Bayılmışken ölse miydin acaba?”

“Abi neyse işte ya, önemli değil. İyiyim bak. Kan şekerim düştü ya. Seçenekleri sunmak yerine dondurmayı yesek böyle olmazdı. Yol boyunca gözümün kararmasını güneşten zannettim. Sonuç olarak iyiyim ama çok merak ettiğim bir şey var. Neden ambulans istemedin Orhan? Ölebilirdim belki.”

“Sigortan mı var? Ölsen geride bıraktıklarına hastane masrafı ve burs ödemesini kazık atacaksın. Yaşasan hastanede bulaşık yıkayarak da bırakmazlar. Ne yapsaydım?”

“Abi sigorta önemli.”