EDEBİYATIN UNUTULMAYA YÜZ TUTMUŞ TARAFI: ŞİİRİ OKUMAK


Denizlerin dibine çöken batık gemiler misali edebiyat denizinin dibine doğru yol alan şiir eleştirisi, bugünlerde parlak ve potansiyelli öğrencilerin suçu olarak değil, onlara bunu öğretmeyen sistemin eksikliği olarak görülüyor. Ancak edebiyatçıların acizliklerinden edebiyat eleştirisi yapamadığı konusu tamamen gerçek dışıdır. Edebiyat eleştirisi yapmak dahi bir edebiyattır ve edebiyat teorisyenleri araştırdıkları metinlerle ilgili titiz bir araştırmaya girerler.


Bugün öğrencilerin başında Demokles’in kılıcının sallanmasının sebebi onların metinleri yakından okuyabilmeleri veya metne ne kadar azimle sarıldığı değil, metinde neyi aradıklarıdır. Günümüzde öğrencilerin teorisyenlerde ayrıldığı nokta da bu kısımdır. Bu açıdan bakarsak şiir bir söylemden öte bir dildir.


Bir şeyin dışarıdan görülme biçimiyle içeriden hissedilmesi aynı şey değildir. Devrik cümlelerle bezeli bir söz yumağı bize bambaşka şeyler anlatabilirken yine şiirde kıta, mısra ile üstü kapalı yahut üstü açık bir biçimde farklı şeylerden bahsedilebilir. Şiirin belki de zayıf karnı olarak niteleyebileceğimiz acı duygusu ise kişisellikten uzak olarak bakıldığında tüm insanlığın farklı noktalarda buluştuğu bir ortak payda olarak görülebilir.


Biçim, dikkatimizi tarihten başka tarafa çevirmek değil; bilakis, ona erişmenin bir yoludur. Nietzsche’nin söylediklerinden yola çıkarsak ve günümüz hız çağını yavaş okumayla karşılarsak belki de günceli yakalamak ve varlığını devam ettirmeye çalıştığımız değerleri yüceleştirmekten uzaklaşmış oluruz.


Retorik, bizlere Antik Yunan’da özgür insanın tanımı olarak gözükürken Roma İmparatorluğu’nda hitabetin ve gücün simgesi olarak karşımıza çıkar. Ne var ki retorik ilerleyen zamanlarda insanın özgürlüğü veya kamusal bir olay olmaktan çıktı ve şiir sanatının kapsamında kendine yer buldu.


Romantizm, başka şeylerin yanında şiirsel olanın, aydınlanma zihniyetinin bu hayli ruhsuz çeşidinden aldığı intikamdı. Ancak şiir zamanla retoriğin karşısında yer almaya başladı. Retorik, siyasetin kişiliksiz dünyasında kendine yer bulduğundan hileci olarak görülüyordu. Şiir ise üzerimizde bariz tasarımları olan türde bir söylemle savaş halindeydi.

 

Heidegger’den Benjamin’e pek çok düşünür deneyimin kendisinin dünyadan kaybolmakta olduğu uyarısında bulunmuştur. Şaşılacak biçimde, gezegenimizde tehlikede olanlar yalnızca çevre, hastalık ve siyasal baskının kurbanları ve şirketlerin gücüne direnecek kadar cüretkâr olanlar değil; deneyimin kendisidir.


Bir şairin uçsuz bucaksız hayal dünyası bile bizi deneyimin bizzat yaşama duygusuna ulaştıramaz, önemli olan tasniflediğimiz bu deneyimleri yaşamaktır. Garip bir şekilde postmodernistliğin atası olarak görülse de Nietzsche gibi kapitalizmin bize dayattığı hayat tarzını sonuna kadar eleştiren biri, bize bu yolda rehber olacaktır. Heidegger’ın söylemleri ve şiir hakkındaki görüşleri de bizleri ayrıca destekleyecektir.


Herkesin, eğer bir anket yapılsa kitap okumayı destekleyeceği gibi hayal gücü de insanlar tarafından desteklenen ve çocuklara öğütler safhasını da aşarak tasvip edilen bir olgu haline gelecektir. Edebiyat üzerine çalışmanın hayal gücünü daha kıvrak ve hareketli kılacağı varsayımı çoğunlukla onu yapmak için hayati bir sebep olarak sunulur. Böylesi mantıklı açıklamalara kesinlikle ihtiyacımız vardır.


Edebiyat eleştirmenleri en delice gözüken fenni bilim teorilerinden dahi geride kalarak olası şüphe ve belirsizliklerin avantajlarından yararlanamazlar. İşin kötü tarafı hiç olmamış    ancak bize öğretildiği şekilde olabilecek olayları derinlemesine incelemektir. Kıyastan ayrı olarak böylesine soyut mevzular eleştirmenlerin elini güçsüzleştirir.


Bir şiir; sözel açıdan yaratıcı, satırların nerede biteceğine yayıncı veya kelime işlemcinin değil yazarın karar verdiği, kurmaca bir ahlaki ifadedir. Şiirsellikten son derece yoksun bu iç karartıcı tanım, elimizden gelenin en iyisi olabilir yine de. Bu tanımda aradığımız anahtar kelimeler uyak, ölçü, ritim, imgelem, söyleyiş ve benzeri şeyler değildir. Bunun nedeni ise bu teknikleri kullanmayan pek çok şiirin olmasıdır. Yine düzyazıda da karşılaşabileceğimiz ve sadece şiire ait olmayan bu kavramların kullanım alanlarını incelersek düzyazıda genel olarak ölçü kullanılmadığını da görebiliriz.

 

Ahlak sözcüğü bilhassa Anglosakson kültürlerinde genellikle bir sorunu ortaya koyar. Kurallar ve yasaklamaları, sert kısıtlamalarla medeni davranışları, doğru ile yanlış arasındaki kesin ayrımları ifade eder. Eğer şiir zevkle ilgiliyse ahlak da bunun tersiyle ilgili olmalıymış gibidir.


Bir metni kurmaca veya gerçek statüsüne koymak için yoğun inceleme ve eleştiri süzgecinden geçirmemiz gerekir. Bir yazı parçasını kurmacalaştırmak onun birincil ağızdan söylemini şairden koparıp onu daha geniş kullanıma açmaktır. Bir şeye şiir demek; bir çamaşırhane listesiyle yapamayacağınız şeyi yapmak, onu genel dolaşıma sokmak demektir.


Şiirin pragmatik olup olmadığı yıllardır süregelen bir tartışmadır. Şiirin pragmatik olmayan bir söylem olduğu fikri, William Carlos Williams’ın karısına gönderdiği bir mesaja benzeyen şiiriyle aydınlatılabilir. Bu şiir gerçekten de şairin karısına yazılmış bir mesaj olabilirdi.


Şiir dili bize ne anlatır? Şiirin var olan duygusunu ve vermeye çalıştığı mesajı olabildiğinden farklı gösterebilir belki de. Şiir, dili özgün veya göze çarpan biçimlerde kullansa da her zaman böyle yapmaz; zaten bu da istikrarlı biçimde gösterene odaklanmak anlamına gelmez. Şiirsel sözcüğünün sadece “sözel olarak kendinin bilincinde” anlamına geldiği şiir teorileri bu gerçeği gözden kaçırırlar.


Yaşadıkları dönemin müthiş çocukları olan Rus biçimcilerin gözünde şiirler; imgelerden, fikirlerden, sembollerden, toplumsal güçlerden veya şairin niyetlerinden değil, sözcüklerden oluşuyordu. Bu yüzden de araştırmalarının nesnesi olarak dilin maddeselliğini veya “edebilik” dedikleri şeyi aldılar.


Biçimciler bütün bunları öne sürerken cesur davranarak fikirlerini evrensel bir şiir teorisi şeklinde ifade ettiler ama teorilerinin belli bir uygarlık türüne ait olduğu açıktı. Bu teori genel anlamda dilin aşırı derecede pragmatik ve araçsal hale geldiği bir toplumsal düzene aitti.


Yuri Lotman için şiir; yalnızca bir göstergeler yapısı veya sistemi değil, bir “sistemler sistemi”dir. Şiirsel metinler biçimsel özelliklerinin her birinin kendi içinde ayrı bir sistem oluşturması anlamında çoklu sistemlerdir. Şiirin sesçil, anlambilimsel, sözlüksel, grafiksel, metrik, biçimbirimsel ve benzeri sistemlerden bahsedebiliriz.

 

Lotman bir şiirdeki her sistemin ötekilerden yarı bağımsız olduğunu vurgular, ki çoğu eleştirmenin gözden kaçırdığı bir noktadır bu. Bunun yerine, eserin bütün görünümlerini geride kalanlarla uyumlu biçimde entegre olmuş halde algılayan bir eser teorisinin peşinde koşmuştur.


Kabaca söylemek gerekirse içerik dediğimiz şey. bir şiirin söylediği şeye gönderme yaparken biçim dediğimiz şey şiirin onu nasıl söylediğine gönderme yapar. Çoğu eleştirmen eserin bu iki veçhesinin birbirinden ayrılamaz olduğunda ısrar eder. Biçim içerik ayrımı, içindeki malzemeleri öteki tarafa sızdırmasıyla meşhurdur. Şiir resmettiği iğrenç manzara karşın analiz edip nitelendirmek üzere telaşsız bir biçimde yoluna devam eder.


Biçim ile içerik arasında The Dunciad’da bulduğumuz bu tür bir gerilim, dilbilim okuyan öğrenciler tarafından performatif çelişki adıyla bilinir. Kabaca konuşmak gerekirse bu; tıpkı alçakgönüllü olmanın erdemlerini bir kabadayı üslubuyla anlatırken olduğu gibi, bir şey söylerken onunla çelişen başka bir şey yapmak anlamına gelir.


Yoğunluk, şiirsel duygunun başka bir kategorisidir. Tonu, perdesi ve ses yüksekliğinden farklıdır. Kanlı canlı biçimde yoğun şiirler olduğu kadar sessizce yoğun şiirler de vardır. Yine de bu yoğunluk aslında bizim kendi duygu dünyamızdaki bir karşılıktır eğer biz şiirin verdiği duyguyu alacak boşluğa sahip değilsek bu yoğunluk da bir işe yaramaz.


Genel olarak baktığımızda şairlerin, eleştirmenlerin ve okuyucuların imgelem, noktalama işaretleri ve biçim olarak genel başlıklar altında toplayabileceğimiz ve şiirin ana yapısını oluşturuyor diyebileceğimiz bu anahtar kelimeler karşısında yaptıkları hatalar ve izledikleri yanlış yollar neticesinde bugün elimizde unutulmaya yüz tutmuş bir “şiiri okumak” hali kalıyor. Bugün belki de kapitalizmin getirdiği tüketici anlayış ve bu anlayışın da oldukça hızlı ve yaygın olması sebebiyle siyaset ve dolayısıyla bundan etkilenen eğitim sistemi bizleri duygudan ve anlayıştan yoksun ve haliyle şiiri okumaktan alıkoyan bir hale getiriyor. Şiiri eleştirenleri acımasızca eleştirdiğimiz bugünlerde biraz da neyi nasıl yaptığımıza odaklanmamız gerekiyor. Bugün, özgür dünya anlayışı çerçevesinde kuralsızlığın matah olarak gösterildiği ve kuralsızlık içinde bir kontrol sağlanmaya çalışıldığı dünyamızda, şiir dili bir yana, düzyazıda dahi ancak alıştırabildiğimiz noktalama işaretlerini, yazım kurallarını ve benzeri tüm işleyişi devam ettirecek kanunları hiçe sayan yapıda, şiir dili açısından bir şeyleri ele almak oldukça güç. Yine de bir şairin hayal dünyası ve bir şiirin imkansızlığı istemesi gibi bizler de bu yolda anlattığımız şeylerden yola çıkarak istediğimiz sonuçlara ulaşabileceğimize dair inancımızı güçlü tutabiliriz.


KAYNAKÇA

Eagleton, Terry. Şiir Nasıl Okunur? Çev. Kaya Genç. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2015.