"Silüet" hikayemi yazarken çok şey düşündüm. Başkahramanın cinsiyeti yoktu; ne kadındı, ne erkek. Kravat takmıyordu veya elbise giyinmedi. Hangi duraktan otobüse bindiğini bilmiyorduk, iş yeri neredeydi? Her gün gördüğü insanları tanımıyorduk ve hepsi -durakta veya iş yerinde, fark etmez- kendisi gibi silikti. Herkes birer gölgeydi hikayede. Bu yaklaşıma benzer bir durumu Albert Camus'nün geçen sene okuduğum "Yabancı" eserinde fark ettim. Camus'nün kahramanı da her şeye yabancıydı, kendisine bile. Oradan ilham alarak Silüet'te görünüşte var olan fakat ruhlarını bulamamış gölgelerden bahsettim. Neyse ki başkahramanım kendi kendini var edebilmeyi denemek istedi, diğerlerinden farklı olarak. 


"Gölgeler de Pinokyoluk yapıyor, var olmak istiyorlar." cümlemde ''Pinokyoluk yapmak'' deyimine kendimce bir anlam yükledim. Pinokyoluk yapmak yalan söyleyen insanlar için kullanılan bir cümledir. Ben ise "İnsan olmak isteyen, var olmak isteyen insanlar Pinokyo'ya benziyor." anlamını verdim.


Yazarken ilk defa bu kadar farklı hissederek kalemimin sanatsal bir şeyler denemek istediğini fark ettim. Sadece okumanın değil, yazmanın öğrettiğini öğrenmek çok hoşuma gitti. Artık ben kalemi yönetmiyorum, kalemim beni yönetiyor sanırım. Emeğimizin eline kukla olmak varmış, varsın kalemin kuklası olalım.



Öyküyü okumak için: https://bubisanat.com/posts/siluet-p-perdelerin-arasindan-sizan-gunesle-insan-uyandi-yuzune-gelen-huzmeden-rahatsiz-ve-bunaldi-p-p-yuzunu-yikayacak-disin


Nisa Demirel