Güneşli bir sonbahar sabahında, ormanın derinliklerine adım attığında, her şey sessizdir. Ağaçların yaprakları, sonbaharın sarı ve turuncu tonlarında rengarenk dökülürken, her biri yere yavaşça düşer, tıpkı birer hatıra gibi. Hafif bir rüzgar, bu yaprakları yerden alıp savurur, sanki bir yere gitmek isteyen, ama nereye gideceğini bilmeyen bir ruh gibi. Ormanın her köşesinde, yalnızlık kendini belli eder; kuşlar nadiren uçar, hayvanlar derin gölgelerde saklanır. Her şey bir adım geri atmış gibi, doğanın tüm canlıları sessizliğe çekilmiştir. Bu yalnızlık, sadece ormanın değil, hayatımın da yansımasıdır. Her sabah kalktığımda, dünyayla, insanlarla bağlantımın ne kadar zayıf olduğunu hissederim. Yanımda pek çok insan olabilir, ama içimdeki boşluğu dolduracak biri yok. Ağaçların kökleri derinlere inmiş, ama üst üstündeki dalları hala rüzgarla savruluyordur. Tıpkı ben gibi; köklerim sağlam, anılarım derin, ama dışarıya karşı savunmasız ve yalnızım. Yalnızlık, hem bir kaçış hem de bir zorunluluk gibi. Orman sessiz, ama bu sessizlikte her şeyin bir anlamı vardır. Duygularım, düşüncelerim, geçmişim.. hepsi ormandaki bu sabahın huzurunda bir araya gelir. Yalnızlık, bir şekilde hem acı hem de özgürleştirici bir his. Hayat da duraklama anlarını ve sessizliği kucaklıyor. Ama belki de bu yalnızlık, beni ben yapan, içimdeki karanlık ve ışıkla daha bütün bir hale getiren bir parçamdır.