Simone de Beauvoir — Almanya’da felsefe ile ilgili çalışmalar yaparken Bulantı’yı (La Nauseee) da yazmayı sürdürüyordunuz. Bu iki etkinliği birlikte yürütüyordunuz.
J.P.S. — Benim için en önemlisi Bulantı’ydı.
S.de B — Ama yine de felsefe sizin için önemli olmalı ki Almanya’ya gidip orada bir yıl yaşadınız. Size daha önce L’Etre et le Neant’i (Varlık ve Hiçlik) hangi nedenlerden dolayı yazmaya başladığınızı sorduğumda bana, «Savaş yıllarıydı» diye yanıt vermiştiniz.
J.P.S. — Evet.
S.de B. — Ama bu yeterli bir açıklama değil.
J.P.S. — Doğrusu, Varlık ve Hiçlik’le ilgili olarak birçok not almıştım. Varlık ve Hiçlik savaş sırasında Berlin’deyken tuttuğum notlardan oluştu; o yıllarda edimin altında gerekli metinler olmadığı için her şeyi de kendim yarattım. Tutuklu olduğum sırada Almanların bana Heidegger’in yapıtlarını neden verdikleri anlamam. Hâlâ da çözemedim bu sırrı.
S.de B. — Peki nasıl oldu?
J.P.S. — Tutukluyken bana «bir eksiğiniz var mı diye soran bir Alman subayına «Heidegger’in yapıtları» diye yanıt verdim.
S.de B. — Kimbilir, belki de Heidegger rejim tarafından iyi karşılandığı için.
J.P.S. — Belki. Ne olursa olsun, kitabı bana verdiler ya. Oldukça pahalı kalın bir kitaptı bu. Tuhaf şey doğrusu; çünkü pek öyle iyi davrandıkları yoktu.
S.de B. — Evet biliyorum. Anlaşılması biraz güç. Ama ne olursa olsun Heidegger’i okudunuz.
J.P.S. — Evet Heidegger’i tutuklular kampındayken okudum. Aslında onu kendi yapıtlarından çok Husserl’i okuyarak anlamıştım. Daha önce 36’da da biraz Heidegger okumuştum…
S.de B. — A, evet, bana da onun yazılarından uzun bölümler çevirttiğinizi iyi anımsıyorum. Yanılmıyorsam ben Rouen’deyken de bu konu üstüne tartışmıştık. Neyse Varlık ve Hiçlik, l’Imaginaire’de (İmgelemsel) yaptığınız buluşun doğrultusunda yer alıyordu değil mi?
J.P.S. — Evet öyle, Bilincin hiçlik olduğunu ileri sürmüştüm.
S.de B. — Ama daha sonra, Varlık ve Hiçlik’i yazdığınız sıradaki düşünce ve sezgiden artık uzaklaştığınızı söylüyordunuz.
J.P.S. — Evet ama yine de Saint Genet gibi felsefeyle bağlantısı olan kitaplar da yazdım.
S.de B. — Evet.
J.P.S. — Bu benim için büyük bir denemeydi. Doğrudan doğruya felsefeyle ilgili olmasa da sürekli olarak felsefe kavramlarına başvuruyordum bu kitapta.
S.de B. — Evet.
J.P.S. — Bu açıdan bir felsefe yapıtı olduğunu söyleyebiliriz… Daha sonra Critique de la Raison Dialectique’i (Diyalektik Aklın Eleştirisi) yazarken aklıma bazı düşünceler geldi.
S.de B. — Demek ki bu düşünceler çeşitli koşulların bir araya gelmesinden doğmuştu, çünkü Polonyalılar size…
J.P.S. — Polonyalılar bana, felsefe açısından nerede bulunduğumu sormuşlardı.
S.de B. — Bu da Yöntem Sorunları’nın. (Question de Methode) doğmasına yol açtı.
J.P.S. — Evet Yöntem Sorunları’nın doğmasına yol açtı. Bunu, Polonyalılar yayımladı. Ayrıca bu incelemeyi Les Temps Modernes okurlarının da görmesini istedim. Siz de bana aynı şeyi öğütlemiştiniz.
S.de B. — Evet.
J.P.S. — Ama elimdeki özgün metin pek iyi değildi. Bu nedenle yeniden düzenleyerek yayımladım Les Temps Modernes’de.
S.de B. — Ama başka nedenler de yok muydu? 52 yılından beri Marksçılık üstüne yığınla şey okumaya başlamıştınız ve felsefe de siyasal bir şey olmaya başlamıştı. Hem zaten Polonyalıların da size böyle bir soru yöneltmesi bir rastlantı değildi.
J.P.S. — Evet, Marx’a göre felsefe ortadan kaldırılmalıdır. Ama ben başka türlü düşünüyordum. Bana göre felsefe, geleceğin uygarlığında yer alacaktı. Ama Marksçı felsefeden kaynaklandığım da kesindi.
S.de B. — Bu konuda biraz daha açıklama yapmanızda yarar var; size Yöntem Sorunları’nı yazmanızı söylediler. Peki niye kabul ettiniz?
J.P.S. — Çünkü felsefe açısından nerede bulunduğumu bilmek istiyordum.
S.de B. — Marksçılıkla olan ilişkileriniz açısından mı?
J.P.S. — Yüzeysel olarak evet; ama özellikle de diyalektik açısından nerede bulunduğumu bilmek istiyordum. Çünkü bugün ne yazık ki elimde bulunmayan notlara bir göz atılmış olsaydı diyalektiğin yazdıklarım arasına nasıl sızdığı görülürdü.
S.de B. — Oysa Varlık ve Hiçlik’te hiç de diyalektik yoktu.
J.P.S. — Elbette. Varlık ve Hiçlik’in ardından diyalektik düşünceye geçtim.
S.de B. — Evet, Les Comnunistes et la paiz’yi (Komünistler ve Barış) yazdığınız sıralarda bir tarih felsefesi geliştirmeye çalışıyordunuz. Yöntem Sorunları’nı doğuran biraz da bu oldu.
J.P.S. — Evet.
S.de B. — Peki. Yöntem Sorunları’ndan Diyalektik Aklın Eleştirisi’ne nasıl geçtiniz?
J.P.S. — Yöntem Sorunları, yalnızca yöntembilimle ilgilidir. Ama bu yapıtın gerisinde belirlemeye başladığım bir felsefe, bir felsefesel diyalektik yatmaktadır. Yöntem Sorunlan’nı bitirdikten birkaç ay sonra Diyalektik Aklın Eleştirisi’ni yazmaya koyuldum.
S.de B. — Peki, yeni düşüncelerinizin olduğunu nasıl fark ettiniz. Çünkü bana yıllarca şöyle demiştiniz: Bundan böyle bir başka felsefe kitabı yazar mıyım pek bilmiyorum; artık yeni görüşlerim yok.
J.P.S. — Öyle sanıyorum ki, size yeni görüşlerim yok artık, dediğimde bu görüşlerin bende bilinçlenmediğini belirtmek istiyordum, yoksa bir takım şeyler vardı kafamda.
S.de B. — Bir takım şeyler oluşmaktaydı.
J.P.S. — Evet. Yöntem Sorunlan’nı yazınca düşüncelerim çarçabuk yerli yerine oturdu. Bu düşünceler üç dört yıl süreyle şu bildiğiniz defterlere tuttuğum notlardan kaynaklanıyordu.
S.de B. — 52 yılından beri tarih konusunda yığınla kitap okumuştunuz.
J.P.S. — Evet Diyalektik Aklın Eleştirisi adlı kitabımın şu hiçbir zaman yazılmayacak olan ikinci bölümünde…
S.de B. — Ama büyük bir bölümü yazılmış durumda…
J.P.S. — …Tarihten söz etmem gerekiyordu.
S.de B.— Edebiyat ya da felsefeyle ilgili yazılar yazarken aynı biçimde mi çalışıyorsunuz?
J.P.S. — Felsefe yazıları yazarken müsvedde yapmam; oysa öbür konularda aynı metin için yedi sekiz müsvedde, aynı metin için yedi sekiz ayrı taslak yazdığım olur. Üç satır yazdıktan sonra altına bir çizgi çeker, dördüncü satır için bir başka kağıda geçerim. Ama felsefe yazıları yazarken hiç de böyle olmaz. Bir kağıt alır, düşüncelerimi yazmaya başlarım; sayfa sonuna kadar olmasa bile belli bir yere kadar bu düşüncelerimi yazarım. Sayfa sonuna yaklaşınca da, bir yazım yanlışı nedeniyle o sayfayı bırakıp bir sonraki sayfaya yanlışı düzeltmiş olarak başlarım, bu sonuna kadar da böyle gider. Başka bir deyişle, felsefe, herhangi birine yönelttiğim bir sözdür. Ama herhangi bir kişiye, daha değişik bir biçimde seslenen romandan da farklıdır.
S.de B. — Evet.
J.P.S. — … Romanı herhangi biri okusun diye yazarım. Felsefede ise herhangi bir kişiye düşüncelerimi şu andaki gibi, aklıma geldikleri biçimde açıklarım. Bunu, yazarak yapabileceğim gibi konuşarak da yaparım.
S.de B. — Demek ki, yazmak istediklerinizi teybe okuyarak edebiyat yapıtı oluşturamazsınız ama, aynı yolla bir felsefe kitabı oluşturabilirsiniz.
J.P.S. — Doğru.
S.de B. — Diyalektik Aklın Eleştirisi üstüne çalışırken görmüştüm sizi. Korkunçtu. Yazdıklarınızı o gün pek gözden geçirmiyordunuz.
J.P.S. — Yazdıklarımı ertesi sabah okuyordum. Günde yaklaşık on sayfa yazıyordum.
S.de B. — Evet.
J.P.S. — Bir günde ancak bu kadar yazabiliyordum.
S.de B. — Diyalektik Aklın Eleştirisi’ni yazarken büyük bir güçle çalışıyordunuz, yazılarınızı yazarken de koridran alıyordunuz.
J.P.S. — Her zaman.
S.de B. — Oysa edebiyat yapıtlarınızı yazarken hiç koridran almadınız.
J.P.S. — Hiçbir zaman. Edebiyat koridranla sürdürülemezdi. Çünkü kolaylığa sürüklüyordu insanı. Savaştan sonra bir kez koridran alarak yazmaya çalıştığımı anımsıyorum. Romanlarımdan birinde Mathieu’nün evine dönmeden önce Paris sokaklarında dolaştığını anlatıyordum. Berbat bir şeydi bu. Mathieu sokaklarda dolaşıyor ve bütün sokaklar benzetmeler yapmasına yol açıyordu.
S.de B. — Anımsıyorum. Korkunçtu. Size bir soru daha sormak istiyorum. İnsan kendi kendine hayranlık duymasa bile yine de kafasında kendisiyle ilgili bir imge vardır. Gençlik ve ortayaşlılık yıllarınızı bu açıdan değerlendirdik. Peki ya bugünkü kişiliğinizle ilgili olarak ne düşünüyorsunuz? Bugün, altmış dokuz yaşındasınız, üstünüze birçok tez yapıldı, birçok kaynakçada adınız geçiyor, yaşamınızla ilgili çok sayıda kitap yazıldı, sizinle çeşitli konuşmalar yapıldı, hakkınızda çeşitli görüşler ileri süren pek çok kişi de sizi görmek istiyor. Bütün bunlar karşısında neler duyuyorsunuz? Kendinizi tarihsel bir anı t olarak mı görüyorsunuz ya da…
J.P.S. — Evet biraz tarihsel anıt olarak görüyorum, ama tam anlamıyla da değil. Gençlik yıllarımdayken ilerde ulaşmak istediğim kişiyi buluyorum bugün sanki yeniden. Ben olmayan bir kişi söz konusu burada; bununla birlikte bu kişi beni simgeliyor, çünkü ona başvurulmakta; insanlar kendilerine göre beni simgeleyen bir kişi yaratıyorlar. Demek ki bir yandan «o-ben» bir yandan «ben-ben» var. «O-ben» insanların yarattığı bir bendir ve onlar aracılığıyla benimle bağlantı kurar.
S.de B. — Gençlikte düşlediğiniz kişi ile bugün ulaştığınız kişinin birbirleriyle çakışmasının bir anlamı var mı, ya da yok mu?
J.P.S. — Hiçbir anlamı yok. Hiçbir zaman, küçükken olmak istediğim işte buydu demedim kendime. Bu nedenle de hiçbir anlamı yok. Hiçbir zaman kendimi pek fazla düşünmedim. Uzun süreden beri de, kendimi düşünmeyi tamamen bıraktım.
S.de B. — Ne zamandan beri? Siyasal açıdan bağımlı olmaya başladığınızdan beri mi?
J.P.S. — Evet, biraz öyle. Bireysel ya da kişisel şeyler yaptığım zaman, birini görmeğe gittiğim zaman, herhangi biri için bir şey yaptığım zaman benliğim yeniden ortaya çıkıyor, ama bir edebiyat kitabı yazarken benliğim yok olup gidiyor. Elli ya da elli beş yaşıma doğru Sözcükler’den (Les Mots) önce, arada bir, konusu İtalya’da geçen bir öykü yazmayı düşlüyor ve bu öyküde ben yaşlardaki bir kahramanın yaşamla olan ilişkilerini ele almak istiyordum. Öznelci bir yapıt olacaktı bu.
S.de B. — Evet biraz anımsıyorum. Bakın konuşmamız gereken bir şey de yazmamış olduğunuz kitaplar.
J.P.S. — Evet.
S.de B. — Niye onları tasarladınız, niye onları yazmaktan vazgeçtiniz?
J.P.S. — La Reine Albermale ou Le dernier touriste’ten (Kraliçe Albermale ya da Son Turist) uzun bölümler yazdım ve birçok defter doldurdum.
S.de B.— Son bir soru daha; kendi imgenizle, kendi kendinizle ilgilenmediğinizi söylüyorsunuz. Oysa bu tür söyleşiler yapmak hoşunuza gidiyor.
J.P.S. — Evet. Bakın, bana haksızlık yaparlarsa karşı çıkarım; hakaret edilirse, bu da hiç hoşuma gitmez.
S.de B. — Elbette.
J.P.S. — Şu sıralarda yapacak çok işim olmadığına göre, bir az da kendimle ilgilenmem gerekir. Yoksa yapacak bir şeyim kalmaz.
S.de B. — Üstelik kendinizden çok az söz ettiniz.
J.P.S. — Evet öyle.
S.de B. — Sözcükler’de, Merleau-Ponty Nizan konusunda biraz söz ettiniz ve Nizan’a değinirken kendinizden ama on bir yaşından sonraki yaşamınızla ilgili hiçbir değerlendirme yapmadınız. Hiç günce tutmadınız. Aklınıza gelen düşünceleri yazıyordunuz ama hiçbir zaman günü gününe günce tutmadınız, böyle bir şey
yapmak hiç aklınıza gelmedi.
J.P.S. — Yalnızca savaş sırasında bir günce tutmuştum. Savaş yıllarında her gün kafamdan geçenleri yazıyordum. Ama bunu önemsiz bir uğraş olarak görüyordum. Edebiyat bir seçme eylemiyle, kimi özellikleri yadsıyıp kimilerini benimsemekle başlar. Edebiyat günceyle uyuşmayan bir etkinliktir, çünkü güncedeki seçme eylemi hemen hemen içten geldiği gibidir ve açıklanamaz.
S.de B. — Bununla birlikte işlenmemiş diye adlandırabileceğimiz bu tür bir edebiyatta sizin başarılı olduğunuz bir dal vardı. Özellikle gençlik yıllarınızda büyük bir mektup yazarı olma yolundaydınız. Ayrı olduğumuz yıllarda bana uzun uzun mektuplar yazıyordunuz. Yalnız bana değil, kimi zaman Olga’ya da, yaptığımızyolculukları anlatan on iki sayfalık mektuplar yazıyordunuz. Askerliğinizi yaparken de bana, kimi kez on beş gün süreyle her gün çok ama çok uzun mektuplar yazdınız. Bu mektuplar sizin için ne gibi bir anlam taşıyordu?
J.P.S. — Anlık yaşamın kağıda aktarılmasıydı bunlar. Sözgelimi Napoli’de geçirilmiş bir gün, mektubu alacak olan kişiye bu günü yeniden yaşatma yoluydu. İçten gelen bir uğraştı. Bu mektupların benim dışımda, başka birileri tarafından yayımlanabileceğini düşünüyordum. Ama bu mektuplar, belli kişilere yazılıp gönderilmiş mektuplardı. Bunların, ölümümden sonra yayımlanabileceğini hesaplamıyor değildim. Ama artık bu tür mektuplar yazmıyorum, çünkü bir yazarın mektuplarının da yayımlandığını biliyorum ve bunun gereksiz olduğunu düşünüyorum
.
S.de B. — Neden?
J.P.S — Çünkü üstünde yeterince çalışılmamış şeyler bunlar. Ama bunun dışında kalan durumlar da var kuşkusuz: Sözgelimi Diderot’nun Sophie Volland’a yazdığı mektuplar. Ben bu mektupları hiçbir karalama yapmadan, bir solukta yazar ve mektubu gönderdiğim kişiden başka bir okuru göz önünde tutmazdım; demek ki bu mektuplar geçerli bir edebiyat çalışması değildi benim için.
S.de B. — Evet ama mektup yazmayı çok seviyordunuz yine de.
J.P.S. — Evet çok seviyordum.
S.de B. — Kuşkusuz bunlar ilerde yayımlanacak; çünkü çok canlı ve çok eğlendirici mektuplardı.
J.P.S. — Kısacası, mektuplarım bir güncel işlevi yerine getiriyordu.
S.de B. — Geçen gün, ünlü yazarların yaşamının sizi çok etkilediğini söylüyordunuz Voltaire’in, Rousseau’nun ve ötekilerin yazdıkları mektupların büyük önem taşıması ve basılmış olmaları mı siz mektup yazmaya yöneltti?
J.P.S. — Mektup yazarken edebiyata yönelik hiç bir amacım yoktu.
S.de B. — Yayımlamadığınız, bütünlemediğiniz kitaplara gelelim yeniden. Bu konuda biraz konuşmanızı istiyorum.
J.P.S. — Sanırım bütün yazarlar için geçerli bu.
S.de B. — Yayımlamadığınız kitapların sayısını yaklaşık olarak söyleyebilir misiniz?
J.P.S. — La Leğende de le Verite (Gerçeğin Efsanesi).
S.de B. — La Leğende de la Verite’nin durumu başka. Bu kitap geri çevrilmiş, yalnızca bir bölümü yayımlanmıştı… Ama buna karşılık oldukça önemli bir yapıt olan La Psyche vardı: Neydi tam olarak bu kitap?
J.P.S. — La Psyche, bir yıl süreyle Heidegger’i ve özellikle Husserl’i okuduktan sonra Almanya dönüşü yazılmıştı.
S.de B — O sıralarda La Transcendance de Vegoyu (Ben’in Aşkırilığı) yazmış ve yayımlamıştınız. Ne var ki bu metin sonra unutuldu; ortadan kalktı, ama daha sonra Mile Le Bon tarafından yeniden yayımlandı. Ben’in Aşkınlığı ile La Psyche arasın
da bir bağlantı vardı.
J.P.S. — Evet. Bu kitaptan kalkarak tasarladım La Psyche’yi. La Psyche ruhsal olan şeyin betimlenmesiydi. Felsefe açısından öznelliği yaşama noktasına nasıl varılır? İşte bu soru aynı zamanda duygulardan, heyecanlardan söz eden La Psyche’de açıklanıyordu…
S.de B. — Bunları bilincin dışında yer alan ruhsal şeyler olarak ele alıyordunuz. Asıl düşünceniz buydu.
J.P.S. — Evet buydu.
S.de B. — Tıpkı benin aşkın olması gibi…
J.P.S. — Duygular da…
S.de B. — … duygular da, heyecanlar da aşkındı. Ruhsal alanı kucaklayan oldukça büyük bir denemeydi bu.
J.P.S. — Varlık ve Hiçlik kadar önemli bir kitap olabilirdi.
S.de B. — La Theorie des Emotions (Heyecanların Kuramı). La Psyche’nin bir bölümünü oluşturmuyor muydu?
J.P.S. — Evet onun bir bölümüydü.
S.de B. — Niçin Heyecanların Kuramı’m tuttunuz da —tutmakta haklıydınız, çünkü çok iyi bir bölümdür bu— La Psyche’nin öbür bölümlerini attınız?
J.P.S. — Çünkü La Psyche’deki öbür bölümlerde, Husserl’in görüşlerini yineliyor ve bunları değişik bir anlatımla açıklıyordum, ama yine de katkısız bir Husserl’di burada söz konusu olan. Kendimden kattığım bir şey yoktu. Buna karşılık Heyecanların
Kuramı’nı özgün olduğu için sakladım.
S.de B. — Demek ki La Psyche, bir yana ittiğiniz ilk kitaplardan biri.
J.P.S. — Evet yalnızca bir bölümünü tuttum bu kitabın…
S.de B. — … Daha sonra Varlık ve Hiçlik’in ardından ahlâk kuramı üstüne bir kitap yazmaya başladınız,
J.P.S. — Evet yazmak istiyordum, ama daha sonraya bıraktım.
S.de B. — İşte bu çalışmada Nietzsche üstüne uzun ve güzel bir inceleme de yer alıyordu.
J.P.S. — Gerçekten de Nietzsche üstüne yazdığım inceleme bu kitabın bir bölümünü oluşturuyordu. Ayrıca, Mallarme üstüne de yaklaşık olarak iki yüz sayfa yazdım.
S.de B. — A evet! Mallerme’nin bütün şiirlerini çok ayrıntılı olarak açıklıyordunuz. Niçin yayımlanmadı?
J.P.S. — Bitmedi de ondan. Arada bir bırakıyor sonra yeniden ele alıyordum bu kitabı.
S.de B. — Peki ahlak kuramı olarak adlandırmadığınız ve insan davranışlarının fenomenolojik bir incelemesi, bazı davranışların bir eleştirisi olan ve Nietzsche üstüne yaptığınız incelemeyle bağlantısı olan bu çalışmalar bütününü niçin bıraktınız?
J.P.S. — Bırakmadım. Bunlar geliştirilmek amacıyla alınmış notlardı.
S.de B. — Öyle sanıyorum ki çalışmalarınızdaki fenomenolojik yan, size çok fazla idealist görünmüştü.
J.P.S. — Evet, tam anlamıyla öyle.
S.de B. — Bir çözümleme yapmak size çok idealistçe geliyordu…
J.P.S. — Çözümleme değil, betimleme.
S.de B. — Evet, değişik insan davranışlarının betimlemesini yapmak size çok idealistçe geliyordu. Bütünlemediğiniz daha başka şeyler de var. Tintoretto üstüne uzun bir inceleme yazmıştınız, bunun bir bölümünü de Les Temps Modernes’de yayımladınız Bu çalışmayı niçin bir taslak halinde bıraktınız.
J.P.S. — Sıkılmaya başlamıştım da ondan.. .
S.de B. — … Yazmayı düşündüğünüz, ama gerçekleştiremediğiniz başka edebiyat ve felsefe yazılarınız var mı?
J.P.S. — Bir Amerikan Üniversitesi için hazırladığım ahlak kitabı vardı. O üniversitede vereceğim dört beş konferansın metinlerini yazmaya başlamıştım. Daha sonra bunları yazmayı da sürdürdüm. Bu konuda yığınla not aldım. Bugün bu notlar ne oldu bilmiyorum. Her halde evde bir yerlerdedir. Ahlak üstüne alınmış yığınla not.
S.de B. — Ahlak ve siyaset ilişkisi üstüne değil miydi bu notlar?
J.P.S. — Evet.
S.de B. — Peki bu çalışmayı niye bıraktınız?
J.P.S. — Çünkü felsefe yapmaktan bıkmıştım. Siz de bilirsiniz ki, benim felsefe çalışmalarım hep böyle olmuştur. Varlık ve Hiçlik’i yazdıktan sonra iyice yoruldum. Bu kitabın da arkasını getirebilirdim, ama yapmadım. Felsefeyle edebiyat arasında
yer alabilecek Saint Genet’yi yazdım. Daha sonra ise Diyalektik Aklın Eleştirisi’ni gerçekleştirdim, ama bunun da arkasını getiremedim.
S.de B. — Tarihsel açıdan yığınla inceleme yapmanız gerekiyordu da ondan değil mi?
J.P.S. — Evet. Elli yıllık bir süreyi araştırmak ve bu elli yıl üstüne bilgi edinmek için gerekli bütün yöntemleri de incelemeliydim. Üstelik konunun en ince ayrıntısına kadar da inmeliydim.
S.de B. — Yapıtlarınızın şu ana kadar hiç sözünü etmediğimiz, ama çok önemli olan başka bir yanı daha var: Tiyatro… Tiyatro oyunları yazmaya başlayışınızı nasıl açıklıyorsunuz, sizin açınızdan önemi nedir bunun?
J.P.S. — Tiyatro yapıtları yazacağımı her zaman düşünmüşümdür...
S.de B. — … Gençlik yıllarınızda oyun yazmak aklınıza geldi mi?
J.P.S. — A evet, çeşitli parodiler, operetler yazdım.
S.de B. — Ya daha sonra? Barino’dan da söz etmek gerekir sanırım.
J.P.S. — Tutukluluk yıllarımda, pazar günleri büyük bir hangarda tiyatro oyunları oynayan sanatçılar topluluğuna katılmıştım; dekorları da kendimiz yapardık, yazı yazan bir aydın olduğum için Noel’de benden bir piyes yazmamı istediler. Ben de son derece kötü olan, ama içinde yine de bir tiyatro düşüncesi bulunan Bariona’yı yazdım. Ama her şey bir yana, bana tiyatro zevkini veren de bu oyun olmuştur.
S.de B. — Bana bu konuda mektuplar yollayıp bundan böyle tiyatro yazacağınızı söylemiştiniz. Bariona bağlanmalı bir tiyatro oyunuydu: Romalıların Filistin’e girmelerini konu edinerek aslında Alman işgalindeki Fransa’dan söz ediyordunuz.
J.P.S. — Bunu Almanlar anlamadılar. Onlar yalnızca Noel üstüne yazılmış bir oyun olarak görüyorlardı bunu; ama tutuklu Fransızlar her şeyi anlamışlar ve piyesim onların ilgisini çekmişti.
S.de B. — Daha sonra Sinekler’i yazdınız. Bu oyunu hangi koşullarda gerçekleştirdiğinizi anlatır mısınız biraz bize?
J.P.S. — Sizin gibi ben de Olga Kozakiyeviç’in arkadaşıydım. Olga Dullin’in yanında tiyatro sanatını öğreniyordu ve ona şans tanınması gerekiyordu. Duilin’e bir oyun yazma önerisinde bulundum.
S.de B. — Sinekler, sizin için neyi simgeliyordu?
J.P.S. — Sinekler işlenmesi gereken bir efsane, çağdaş bir anlam verilmesi gereken bir konuydu. Amagemnon ile karısının öyküsünü, annesinin Oreste tarafından öldürülüşünü ve Erinye’leri olduğu gibi almış, onlara başka bir anlam vermiştim. Gerçekten de Alman işgaliyle ilgili yeni bir boyut katmıştım.
S.de B. — Biraz daha açıklar mısınız?
J.P.S. — Sinekler’de, özgürlükten, kendi mutlak özgürlüğümden, insan olarak özgürlüğümden ve özellikle de Alman işgalindeki Fransızların özgürlüğünden söz etmek istiyordum.
S.de B. — Oyununuzu sahnede izlemek sizde nasıl bir etki yaptı? Bir yanda oyunu izleyen halk, öbür yanda yapıtınız vardı. Bir kitabın yayımlanması ile bunun arasında ne gibi bir ayrım var?
J.P.S. — Oyunumu seyretmekten pek hoşlanmıyordum. Dullin dostumdu. Sahneye koyma konusunda onunla tartıştım. Bu konuda pek bilgim yoktu, ama yine de tartıştım onunla. Sahneye koyucunun çalışması öylesine önemliydi ki, kendimi sahnede pekbulamadım. Yazdıklarımdan kaynaklanan ama yazdıklarımla pek ilgisi olmayan bir şey oynanıyordu sahnede. Daha sonraki oyunlarımda aynı duyguyu yaşamadım, çünkü bu işi de kendim yapmaya başladım.
S.de B. — Bütün oyunlarınızı gözden geçirmeyelim de, siz bana tiyatro çalışmasıyla, gerçek anlamda edebiyat çalışması arasındaki ayrımın ne olduğunu söyleyin.
J.P.S. — Her şeyden önce, konuyu yakalamak çok zor oluyor. Oyun yazarken genellikle on beş gün, bir ay, bir buçuk ay masamın başında otururum, kimi kez kafamda bir tek tümce vardır.
S.de B. — A evet söylemiştiniz.
J.P.S. — Kimi kez de kafamda belli belirsiz bir konu oluşur.
S.de B. — Yani çoğunlukla oyunlarınız belli koşulların yarattığı yapıtlardı. İşlemek istediğiniz belli bir konu yoktu.
J.P.S. — Evet öyle…
Çeviren: Sema Rifat Güzelşen
Selin Özdere
2023-06-19T11:42:33+03:00Sevdiğim iki yazar
Mısra Ergök
2023-06-18T11:12:09+03:00Sevdiğim ikili.