17 Ekim 1982, Fransa

“Hey, hey! Bunun ne kadar saçma olduğunun farkında mısın?”

“Ama şu an bu teoriyi çürütemiyoruz, şuna baksanıza!”

“Çürütemiyor olmamız bunun saçmalığını değiştirir mi? Sonuçta kanıtlayamıyoruz da. Düşünce deneylerinin ötesine geçemiyoruz. Adam açıkça gerçek olmadığımızı iddia ediyor.”

“Bakın efendim, buna daha felsefi bir açıd-” genç adamın sözü kesildi. “Felsefi bir açıdan yaklaşmayı reddediyorum. Bu teori bütünüyle bir saçmalık! Sadece varsayımlar üzerinden ilerliyor. Bunun adı boş hipotez işte. Elle tutulur hiçbir yanı yok.” Genç adam derin bir iç çekti. Karşısındaki insanla saygı çerçevesi içinde bir münakaşa gerçekleştiremeyeceğinin nihayet farkına varmıştı. “Haklısınız efendim, haklısınız.” Felsefi bir düşünceyi reddeden adamın gri kaşları çatıldı. “Bana bak, geçiştiriyor musun sen beni?” Genç yaştaki adamın sesi şaşkındı: “Tabii ki hayır, ne haddime?” Gri kaşlı adamın yüzünde rahat bir ifade belirdi. Oturduğu tekli koltuğunda geriye yaslandı, sağ bacağını sol bacağının üzerine attı. “O halde hadi kalk da bize birer fincan kahve getir. Baba oğul karşılıklı içelim.”

Genç adam oturduğu tekli koltuktan kalktı. Odadan çıkmak için açtığı kahverengi kapı canı yanarcasına gıcırdadı. Şunu bir yağlasak iyi olur, diye düşünerek çıktıktan sonra aynı gıcırtıyla kapıyı kapattı. Tavandaki küçük ve gösterişsiz avizenin ışığı odayı loş bir biçimde aydınlatıyordu, iki tekli koltuk vardı. Koltuklar kapıya sırtlarını vermişlerdi, koltukların önlerindeyse ateşinden çıtırtılar duyulan bir şömine duruyordu. Duvardaki raflarda bulunan kitaplar üzerlerinde biriken katman katman toza rağmen derin bir uykudalardı. Dışarıda gök gürlemeden, sessizce, dolu dolu yağan yağmur pencereleri dövüyordu. Hafif bir rüzgâr ağaçlardaki en çelimsiz yaprakları döküyordu. Gri kaşlı adam ellerini göbeğinin üzerinde birleştirip başını geriye attı. Orta sehpada yanan şamdanın yanında duran kitapta yazanların gerçek olabileceğine asla inanmıyordu.

           Yayımlanmasının üzerinden dünya zamanıyla bir yıl geçen bu kitap çıktıktan kısa bir süre sonra bilim ve felsefe camiasında deprem etkisi yarattı. Bilim insanları ve felsefeciler kendi içlerinde aynı bu baba oğul gibi ikiye bölündü. Kitabın adı Simülakrlar ve Simülasyon. Yazarı Jean Baudrillard isimli bir adam. İnsanlar odalarda, laboratuvarlarda, iş yerlerinde bunu konuşmaya başladılar. Düşünüyorlardı ama hiçbir sonuca varamıyorlardı. (…)

Elimdeki eski kalemi bıraktım. Yazmıyordum, yalnızca daha önce yazdıklarımın üzerinden geçiyordum. Önümdeki deftere ve üzerindeki ne okunaklı ne okunaksız denebilecek el yazıma bakarak derin bir iç çektim. Zirve öğretim binası, on üçüncü plazma kat, elli dördüncü kısım ikinci laboratuvardaydım. Hemen yanı başımda duran saydam cisim bizim için bir alternatif evren olmasının yanında insanların ana merkezi ve evreniydi. Sadece insanların değil, ousaların ve juvelerin gezegenleri de bu dikdörtgen prizmanın içinde bulunuyordu. Orası, simülasyonun içinde oluşturduğumuz, bizimkine paralel bir evrenden ibaretti.

Otomatik kapının tozlu bir zeminle aynı hissi uyandıran sesinden sonra robotik ama neşeli bir ses “Hoş geldin Qa!” dedi. Qa’nın sesi kapıya göre daha ince ve daha durgundu. “Hoş buldum Grau.” dedi. Sonra bana döndüğünü hissettim. Bakışlarım hala önümdeki defterdeydi. Bunca teknolojiye rağmen el yazısı kullanmaktan vazgeçmiyor oluşum herkes kadar Qa için de anlaşılmazdı ama o, artık buna alışmıştı. “Dr. Nieha, bakar mısınız? Üzerinden çok kısa bir zaman geçmiş olmasına rağmen insanlar bir simülasyonda olduklarını düşünmeye başladılar. Sonra bin yıl geçti, bu bir varsayım olarak kalmaya devam etti. Sonra beş yüz yıl daha geçti ve şimdi derin bir distopyaya doğru sürükleniyorlar. Merak ediyorum da… Bu deney nereye gidiyor?” Derin bir nefes verdi. Düşünceli görünüyordu. Qa, zirve öğrenimden bir öğrencimdi. Uzun saçlarını daima ensesinden bağlar, bir tutamının gözlerinin önüne düşmesine izin verirdi.

“Bu simülasyon, bizim geçmişimiz Qa. İiraların geçmişi. Fakat geçmişimizde böyle bir teorinin var olmadığına eminiz. Bir Simülasyonun ürünü olmadığımızı da biliyoruz. Her ne kadar bilgisayar ekranındaki kodlardan ibaret olsalar da, o evrendeki üç tür, bizim atalarımız. Biz o üç türün birleşimiyle ortaya çıkıp sonrasında izole bir şekilde evrimleşmiş farklı bir türüz. Geçmişimizde böyle bir hadise hiç yaşanmadı. Böyle bir kitap hiç çıkmadı. Böyle bir distopyanın oluşabilme ihtimali hiç doğmadı.” Odaklandığının keskin bir göstergesi olan gözleri bir miktar kısıldı, başını sağa yatırdı. “Yani… Bu ne demek?”                                                                     


 “Bu şu demek: Bu simülasyon geçmişimiz olmaktan çok uzaklaştı. Neresinde olduğunu bilmiyorum ama bir yerde kontrolümüzden çıktı. Hatta belki ousalar ve juveler de artık bizim kontrolümüz çerçevesinde değildir, bilmiyorum. Sadece incelemeye devam edeceğiz.” Anlamamış gibiydi. “Neden projeyi bitirmiyorsunuz? Sonuçta insanların iiralarla bağlantısı kalmadıysa onlarla uğraşmak yerine kontrolünüz altında yeni bir simülasyon geliştirmek daha mantıklı olmaz mı?” Gülümsedim. Qa, son derece mantık merkezli düşünen biriydi ve bunu istese de istemese de her zaman bariz bir şekilde gösterirdi.

“Müdahale etmek hem bu saydam, paralel evren için hem de ana evrenimiz Mori için yıkıcı sonuçlar doğurabilir Qa. Üstelik Mori için gerçek bireyler olmasalar ve yaşadıkları evrende tarihin akışı değişmiş olsa bile onlar hala atalarımız. Biliyor musun, merak ediyorum Qa. İnsan soy hattı günün birinde ousalarla ve juvelerle karşılaşmamış olsaydı, yani biz var olmamış olsaydık ne olacaktı? Çok merak ediyorum. Ve şu an bu deney muhtemelen o noktaya sürükleniyor.” Derin bir nefes alıp verdim. “Yine de devam etmek istememin en büyük nedeni merak değil. Gel buraya.” diyerek genç öğrencimi yanıma çağırdım. Ben yürüyordum, Qa da arkamdan geliyordu. Bir köşesi yuvarlatılmış, onun dışında dikdörtgen olan odanın yuvarlatılmış köşesine gittik. kontrol panelini kullanarak duvardaki paneli açtım. Arkasından bir ekran çıktı. Bu ekran sadece simülasyona bağlıydı ve bu ekrandan anlık olarak dünyayı izleyebiliyorduk. “Dünya’da bir bölge seç.” dedim. “Öyle bir anda isteyince ne söyleyebilirim ki? Siz seçin.” diye yanıt verdi. Ben de kendim seçtim. 14 yaşında bir çocuk, çoktan eskimiş, boyası yer yer dökülmüş, tek katlı gecekondunun bahçesindeki masada oturuyordu. Önünde eski, cildi yıpranmış, birkaç sayfası kopmuş olsa da diğer sayfaların arasında konularak saklanan bir kitap vardı Simülakrlar ve Simülasyon. Her zaman giydiği koyu yeşil tişörtünü ve kahverengi eşofmanını giymişti. Bu kıyafetler onu ilk gördüğüm zamandan beri sürekli eskiyorlardı. Ahşap masanın dışı yağmur ve rüzgâr yüzünden çatlamıştı. Oğlanın yanındaki sandalyede 8 yaşında, ufak tefek bir kız saçlarıyla oynuyordu. Üzerinde kırmızı bir tişört, turuncu bir kapri vardı. Kaprinin dizlerine üst üste birkaç kat yama yapılmıştı. Onun kıyafetleri de abisininkiler kadar eskiydi. İki çocuğun saçı da açık kahverengiydi. Oğlan dalgalı, kız düz saçlıydı. Gözleri de aynı renk, daha koyu bir kahverengi olan bu kardeşler çoğu zaman iyi geçinemezlerdi. Dış cephesi şimdilerde solgun bir gri olsa da eskiden beyaz olan bu evin bahçesinde, çitlerin iç tarafında ve evin duvar kenarlarında kurumuş, bakımsız ortancalar vardı. Pencerelerse maviydi. İzlemeye devam ediyoruz. “Abi, abi, abi, abi! Hani oyun oynayacaktııııık?” Oğlan başını bile kaldırmadan “Bekle biraz Azra, bir şey okuyorum şurada.” diye cevapladı. “Püffff! Çok sıkıcısın ama sen.” Siteminden sonra Azra sandalyesinden atlayıp duvar dibindeki kuru ortancaların yanında duran, arka tekerleğinin iki yanında destek olsun diye çıkarılmayan küçük tekerlekleri bulunan pembe bisikletinin yanına gitti. Koltuğuna oturup pedalları çevirmeye başladığında sıkılmaya devam ettiği anlaşılıyordu. Fazla geniş olmayan bahçenin içinde, masanın etrafında dönmeye başladı. Bir dakika, iki dakika, üç dakika, dört dakika, beş, altı, yedi… En sonunda oğlan başını kaldırıp “Daha ne kadar köpek balığı gibi etrafımda döneceksin?” diye sordu. Bu Azra’yı epey kızdırmıştı.

Bu sırada yanımdan bir ses kulaklarıma ulaştı. “Dr. Nieha, bu olaylar kaç yılında geçiyor. Bakışlarımı ekrandan ayırmadan cevap verdim: “3179, ağustos ayı, Antalya.” Qa bakışlarını tekrar ekrana çevirdi.

“Anne, anne! Abim bana köpek balığı dedi!” Azra’nın sesi öfkeli ve ağlamaklı çıkıyordu. Saçı çocuklarıyla aynı renkte, hafif şişman, kısa boylu ve orta yaşlı bir kadın kapıya çıktı. “Ahmet Arda, iyi geçin oğlum kardeşinle. Büyüksün sen. Kavga etmeden oynayın hadi.”

Kadın söylene söylene içeri girerken Qa kıkırdıyordu. “Bu kadar hoşuna giden nedir?”

“Çocuklar çok sevimliler.” dedi.

Ahmet masadan kalkarken “Of!” diye iç çekti. Kısa, sessiz bir iç çekişti bu. Azra ise zafer kazanmışçasına gülümsüyordu. Ahmet “Bir kitap okutmadınız ya!” dedikten sonra iki parmağını burun kemerinin kenarlarına koydu. Derin bir iç daha çekti. “Neyse, senden değerli değil ya? Hadi parka gidelim. Başka zaman okurum.” Gülümsedi. İki kardeş, biri pembe bisikletinde, öteki yaya, parka gittiler. Mutlulardı. Kitap masanın üzerinde kaldı.

Ekran kapanınca dalmış olan Qa düşünceli bakışlarla ekrana bakmaya devam etti. “Şimdi söyle bana Qa, onlar Mori için yalnızca birer simülasyon ürünü olsalar bile duyguları, güzel anıları, sevdikleri olan varlıklar. Bu evren için olmasa bile yaşadıkları evren için canlılar. Duyguları var, düşünebiliyorlar, deneyimliyorlar, yaşıyorlar ve günün birinde ölüyorlar. Sen bir simülasyonun ürünü olarak yaşamı deneyimleme imkanı elde etseydin, rastgele bir anda hiç tanımadığın birinin seni hiç var olmamış kılmasına üzülmez miydin?” Sözlerim karşısında şaşkındı. “Empati yeteneğim asla gelişmiş değil Dr. Nieha.” dedi. Açıkçası sizin fazla empati yaptığınızı da düşünmüyor değilim. Olaya bu kadar duygusal bakmak istemiyorum fakat onlardan hoşlandığımı inkar edemem. Gerçek olmasalar bile şirin çocuklar.” Bana döndüğünde bakışlarımdaki parıltıyı gördü. “Ee, ne diyorsun?” Bakışlarını yukarı çevirdi. Gözlerini kapattı. Ağzının sağ tarafı yukarı kıvrıldı. Düşünüyordu. Birkaç dakika öyle kaldı. Gözlerini açtığında “Dr. Nieha?” dedi. Sesinden yeni bir sorunun geldiği anlaşılıyordu. Bakışlarımı ayaklarıma çevirirken verdiğim nefesle beraber gülümsedim. “Sor hadi sor.”

“Deney bitince ne olacak?” Gözlerimi hafifçe açarak Qa’ya döndüm. Yüzümde bir tebessüm vardı. “Eğer bilseydim deneye devam etmekte bu kadar ısrar eder miydim sence Qa?”

Nefes verdi, gülümsedi. Artık Qa da tatmin edilmek üzere benimle aynı merakı taşıyordu. “O halde ben gidiyorum. İyi geceler doktor.” dedi ve kapıya ilerledi. Qa’yı adım frekansından tanıyan kapı açıldı. Qa dışarı çıkarken kulaklarıma yine kapının robotik ve neşeli sesi ulaştı: “İyi geceler Qa!” Çıkıp giden Qa, kapı kapanmadan önce arkasını dönmeden elini yukarı kaldırdı ve neşeli bir ses tonuyla konuştu: “İyi geceler Eigengrau!”