Qa’nın çıkıp kapının kapanmasının üzerinden dünya zamanıyla yirmi bir dakika, Mori zamanıyla birkaç saniye geçmişti ki kolumun üstünde bir titreşim hissettim. Üzerimdeki krem rengi boğazlı kazağın kolunu biraz yukarı çekip aramayı cevaplamayı düşündüm. Düşüncem üzerine dostum ve ekip arkadaşım olan adamın yüzü kolumdaki üç santimetrekarelik alanda göründü. “Yarın sabah saat altı. Uygun mu?”

“Evet. Zirve öğretim binası on üçüncü plazma kat elli dördüncü kısım ikinci laboratuvar. Malzemeler ana binadaki beşinci laboratuvardan plazma binanın on üçüncü katındaki ikinci laboratuvara taşındı. Beşinci laboratuvarda bakım yapılacakmış.”

“Yine de plazma evrene geçerek Mori’den çıkmaya gerek var mıydı? Simülasyonu Mori’ye paralel başka bir evrene taşımak da ne demek?” Başka bir şey söylememe kalmadan görüntüsü gitti. Artık tek gördüğüm kolumun lila rengiydi. Masamdaki eşyalarımı toparladım. Masanın üst kısmını hafifçe yana kaydırdığınızda genişçe bir açıklık raf şeklinde dördüncü boyuta açılıyordu. Aynı raflar laboratuvardaki diğer masalarda da mevcuttu. Defterimi rafa koydum ve boyutu kapatıp kapıya yaklaştım. “Aa, doktor nereye gidiyorsunuz? Daha yeni gelmiştiniz. Hem ben sizi çok özlüyorum. Gitmeyin!” Eigengrau her zaman olduğu gibi yine bana gevşek davranıyordu. Üretildikten kısa bir süre sonra benimle sürekli uğraşmaya ve bundan büyük zevk almaya başlamıştı. “Sabahtan beri buradayım. Gece yarısı oldu. Açıl Grau. Gitmem lazım.”

“I-ıh, olmaz.”

“Ne demek o?”

“Gitmene izin vermiyorum bebeğim. Sana bu laboratuvarda çok iyi bakarım ben. Ne yemek istersin?” Başımı ufak bir tahammülsüzlükle sola eğerek cevap verdim: “Ben yemek yemiyorum Eigengrau, biliyorsun. Ya şimdi açılırsın ya da kodlarını düşünmene engel olacak şekilde değiştiririm. Kararını ver.” Yalnızca bir saniye sonra kapı açıldı ve dışarı çıktım. Ben giderken arkamdan “Kızma bana Dr. Nieha. Bunları sadece seni çok sevdiğimden yapıyorum. Biliyorsun! Ve sakın benden düşünebilme yeteneğimi alma! Düşünmek haz alabildiğim tek şey.” Sonrasında garip, ağlamaya benzer robotik bir ses kulaklarımı doldurdu. Arkamı dönmeden bağırdım: “Sakin ol Grau, düşünebilmeye devam edebileceksin. Ben de seni seviyorum!” Evet, bir kapıyı gerçekten seviyordum.

           Evime gelir gelmez kendimi banyoya attım. Yıkandıktan sonra odama geçerek komodinden bir kapsül aldım. Bu kapsül günlük besin ihtiyacımın yarısını karşılıyordu. Eskide kalmış vitaminler gibi bir şey değildi, öğün yerine geçebiliyordu. Yemek yemek vakit kaybı olduğundan bu kapsüllerden günde iki tane almak bana müthiş bir zaman kazandırıyordu. Ömrümde bir kez olsun yemek yemişliğim yoktu. Doğduğumdan beri çeşitli sentetik besin ürünleriyle büyümüştüm. Hoş, bundan şikâyetçi değildim. Kendimi insan diye tanımlayamam ama ben de insanlar gibi hiç tatmadığım bir duygunun eksikliğini hissedemem. Bu kapsüller bana zaman tasarrufu sağladığı sürece benim açımdan bir sorun yoktu kısaca. Odamdan çıkıp çalışma odama geçtim. Simülasyon olayı kafamı çok zorladığından dünya simülasyonunda görüp bir kopyasını oluşturduğum şiir kitabını elime aldım. İnsanlar bu mısralardan zevk alıyorlardı. Okumaya başladım fakat nedense kitabı okurken gördüğüm kadın gibi duygulanamadım. O saçı dağılmış, göz altları çökmüş kadın bu kitabı okurken hıçkırarak ağlıyordu. Bendeyse en ufak bir duygu oluşmamıştı. Saat sabahın dördünü vurduğunda çok yorulmuştum. Kitap içine çekmişti ama duygularıma yön verememişti. Kitabı bırakıp uyuduğum odaya geçtim. “Ste, uyumak istiyorum.” Duvardan çıkan küçük, kenarları ve köşeleri yuvarlatılmış üç boyutlu kapsül benim uyku süresince bulunduğum alandı. Bu kapsülün içinde yedinci boyutun uzay zaman dokusu bulunduğundan özellikle o boyuta açılmıyor olsa bile o boyutun özeliklerini taşıyordu. İçi göründüğünden on bir kat genişti ve içinde geçirdiğim bir saatlik uykuyla kırk bir saat ayakta kalabiliyordum. Mori’de günler otuz sekiz saat uzunluğunda olduğundan bu süre bana fazlasıyla yetiyordu. Kapsül açıldı. Dışı küçük içi büyük yatağıma uzandım ve dışarıda bir saat geçecek olsa bile içeride on dokuz saat uyuyacağım güzel uykumun kollarında kayboldum.

           Gözlerimi açtığımda etraf zifiri karanlıktı. Kapsül ben içine girdikten sonra tekrar duvardaki yerine giriyordu. “Ste, beni dışarı çıkarır mısın?” İçinde bulunduğum kapsülün hareketi pürüzsüzdü. Ben hissetmeden duvardan çıkmış ve açılmıştı. Kalktım, yıkandım, besin kapsüllerimden birini yuttum, giyindim ve evimden çıktım. Zirve öğretim binasına geldiğimde saat sabahın altısına yaklaşıyordu. Binadan içeri geçtim ve ofisime ilerledim. Hayat çoktan başlamıştı. Öğrencilerin birçoğu dersleri olmamasına rağmen laboratuvarlarda yürüttükleri deneyleriyle yahut sınıflarda çalıştıkları teorik dersleriyle meşgullerdi. Merak, öğrencilere her şeyi yaptırıyordu.

“Dr. Nieha, Dr. Nieha! Bekleyin!” Arkamdan gelen güçlü ses üzerine durup arkamı döndüm. Öğrencilerden biri bana doğru koşuyordu. Bana ulaştığında ellerini dizlerine koyarak soluklanmak için öne eğildi. Sonunda nefes alabilmeyi başardığında başını kaldırıp parlayan gözleriyle “Başardım, bu kez başardım!” dedi. “Neyi başardın?” Gülümsedi. Zaferin tebessümüydü bu. “Lütfen benimle gelin.” Binanın yirmi yedi buçuk numaralı katındaki dokuzuncu laboratuvara gittik. Büyükçe, birbirine benzeyen iki mekanizma burada yan yana duruyordu. Etraflarında da birkaç kişi vardı. “Hey, kıvırcık! Gerçekten başarmışsın.” Üzerinde bariz bir şekilde değişiklikler yapılmış yer değiştirme makinesine bakarak sordum: “Nedir bu?” Açıklamaya başladı: “Kullanmakta olduğumuz yer değiştirme mekanizmasını en büyük enerji tasarrufunu gerçekleştirecek şekilde geliştirmeyi sonunda başardım. Her sene sevdiğimiz bir konuda yaptığımız projelerimiz var biliyorsunuz. Benim projem buydu. Bakın şimdi.” Cihazların başına geçti. Birinin bir bölmesinde öğrencilerin pek çoğunda bulunan yarım metre civarında bir robot bulunuyordu. Öğrenciler bu robotları genellikle günlerini kaydetmek için kullanırlardı. Panelin başına geçerek devreyi çalıştırdı. Robot, göz açıp kapayıncaya kadar bir bölmeden diğerine geçmişti. “Bakın.” dedi, elindeki ufak ekranı göstererek. Ekranda robotu bir bölmeden diğerine geçirmek için harcadığı enerji görünüyordu. Mori’de kullanılan enerji birimi olan mrne ile ölçülen değer 14,33’tü. Bu ortalama bir değerdi. Robotu alıp bir babaanne edasıyla öptü ve üzerinde geliştirmeler yaptığı diğer mekanizmanın ilk bölümüne koydu. Aynı işlemi tekrarladığında ölçtüğü değer 6,18’di. Heyecanla “Bakın işte bakın, başardım!” Sahiden de güzel bir geliştirme yapmayı başarmıştı. “Bilime bayılıyorum be, bu muazzam bir şey!” Gülümsedim. “Sakin ol. Adın nedir?” Yüzüme baktı. Kavuniçi renkli tenindeki yanakları kızarmıştı, alnından mor renkli ter damlaları akıyordu. “Gweximi.” dedi. “Pekâlâ, Gweximi seni tebrik ederim. Gerçekten muazzam bir geliştirmeye imza atmışsın. Tasarruf edilen enerjiyle daha ne buluşlar yapılabilir düşünmesi bile heyecan verici. Kanaatimce bu gelişimi bir de dersinin öğretmenine göstermen çok isabetli olacaktır. Ne dersin?” Gülümsedi. “Tabii ki göstereceğim. Bugün buraya gelmeyecek ama yarın mutlaka göstereceğim. Teşekkür ederim Dr. Nieha, çok teşekkür ederim!”

“Asıl böyle bir şeyi başardığın için tüm Mori adına ben sana teşekkür ederim.” Laboratuvardaki herkese dönerek “Müsaadenizle ben gidiyorum.” dedim ve gülümseyerek oradan ayrıldım. Saat altıya geliyordu. Kat yirmi yedi buçuktan on üçüncü plazma kata gitmek için yedi blok, bir boyut ve on dört buçuk kat değiştirmem gerekiyordu. Laboratuvar kapısının çıkışından sağa dönünce koridorun sonunda ulaşım kapsülleri vardı. Kapsüllerden birine girdim. “Gitmek istediğiniz koordinatları giriniz.” Mekanik ses duyulmadan önce koordinatları girmeye başlamıştım zaten. Bu kapsüller çalışma mekanizması olarak çok daha gelişmiş asansörler olarak nitelendirilebilirlerdi. Yalnızca yukarı aşağı gitmiyorlardı tabi, iki duvar arasında kendileri için oluşturulmuş boşluklarda gidiyor ve her yöne hareket edebiliyorlardı. Gözlerimi kapatıp bekledim yalnızca. Kapsülün hareketi pürüzsüzdü. Düz giderken hiçbir şey hissetmiyordum. “Girilen koordinatlara ulaşıldı. İyi günler.” Kapsülün kapağı açılınca dışarı çıktım. Bir an sonra kapsül hızla kayboldu. Binanın daha güvenlikli olduğu kısmına gelmiştim. Plazma kat: Maddenin plazma halinin sıkıştırılmış halde bulunduğu boyut katı. “Günaydın Dr. Nieha. Bugün nasılsınız?” Sağ elimin üst kısmını gri, alt kısımları geniş üst kısımları dar bir dörtgen şekline olan, korunaklı kapının sağ tarafındaki sensöre okuttum. “Günaydın Sôl. İyiyim. Teşekkürler. Sen nasılsın?” Evet, her kapı gibi bu kapı da gelen kişiyi yaydığı frekanstan tanısa da DNA taraması şart koşuluyordu. Sensörden yayılan radyoaktif ışınlarla birkaç saniye içinde DNA-kişi eşleştirmesi yapılıyor ve ona göre kişinin kapıdan geçip geçemeyeceği kararlaştırılıyordu. “Gayet iyiyim efendim. Herhangi bir arızamın olmayışı beni mutlu ediyor. Girebilirsiniz.” Kapı açıldı. “Hoş geldiniz.” Cevap vermeyerek yoluma devam ettim. Beni plazma boyutun on üçüncü katına götürmesi adına platformlardan birinin üzerine çıktım. Katı girince yalnızca yukarı-aşağı hareket eden ve etrafı açık olan platform yükselmeye başladı. İstediğim kata gelince platformdan indim. Seri adımlarla elli dördüncü kısımdaki ikinci laboratuvara ilerlemeye başladım. Ekip çoktan toplanmış olmalıydı. “Dr. Nieha geldi, bebeğim geldi! Günaydın Bebeğim!” Grau’nun her daim neşeli olan robotik sesiyle gülümsedim. “Sana da günaydın bebeğim.” Kapı titredi ve birkaç saniyelik duraksamadan sonra açıldı. “Ha?” Bir an sonra “İmdat!” nidasıyla inlemeyi de ihmal etmedi. “Doğru söyle, sen kimsin? Doktor bana hiçbir zaman bebeğim demez!” Laboratuvardaki beş kişiyle beraber ben de kahkaha attım. “Nieha, şöyle şeyleri aniden yapma. Grau bunu kaldıramaz biliyorsun. Baksana şunun haline.” Yakın dostum Âlvan elini omzuma koyup yanıma geldi. Bakışlarıyla Grau’yu gösteriyordu. “Bugün iyi günümdeyim Grau. Seni çok seviyorum.” Eigengrau cevap vermedi. “Ah, şu kapı seni gerçekten çok seviyor.” dedi ekip arkadaşlarımdan Mirna. Laboratuvarın bir köşesinde Mentdolor gömleğinin kollarını kıvırıyordu. “Ee, hadi başlayalım o zaman.” dedi.

“Bitmek üzere, bu işi bugün başaracağız.” Sesin sahibi Ceyjie kadar biz de inançlıydık. Altı kişi -Ben, Âlvan, Mirna, Mentdolor, Ceyjie ve Payah- çalışmaya başladık. Aylardır simüle evrene zarar vermeden içine girebilmemizi sağlayacak bir teknolojinin peşindeydik. Bir denklem kurmuştuk ve o denkleme gereken cismi vermeye çalışıyorduk. Laboratuvar masasının başına geçtik. “Bunu normalde ben yapıyorum biliyorum ama bugün sen yapabilir misin Payah? Benim ellerim titriyor.” Ceyjie’nin sorusunu mimikleriyle onaylayan Payah, gözlüklerini takıp önlüğünü giydi. Çalıştığımız kısım simülasyonu bağlayacağımız on santimetreküp dolaylarında bir geçitti esasında. Simülasyonu da kendimizi de bu geçide bağladığımızda çalışmasını bekliyorduk. Geçitte simüle evrenin uzay zaman dokusuyla beraber birbirine girmiş bir yığın kablo duruyordu. Saatlerdir uğraşıyorduk. Güzel bir ilerleme kaydetmiştik ama bir süredir kabloyu bağlamamız gereken yer sürekli kopuyordu ve kablo koptukça boyut zarar görüyordu. “Dur Payah! Zaman dokusu parçalanacak!”

“Olmuyor işte olmuyor! Bu kabloyu aynı anda nasıl iki yere bağlayayım? İçinde simülasyona bağlanan yol var ikiye bölemem. Bu dokuda bu mümkün değil ki!”

“Kabloyu değiştirelim. Başka çare yok. Kutuyu söküp köprü açılarını değiştirirsek başarabiliriz.” Mentdolor’un fikri fena değildi ama her şeyi baştan yapmak demekti. Sesi düşünceli geliyordu. “İyi de kutuyu sökersek nasıl tekrar bir araya getireceğiz? O uzay zaman dokusunu dağıtamayız.”

“Bunu Mori’de yapacağız. Plazma evren Mori’den daha dayanıksız.”

“Haklısın Ceyjie. O zaman ben yeni bir kablo üreteceğim. İçindeki yol iki parçaya ayrılan bir kablo olursa iş görecektir. Sonra ikiye ayrılan yolun simülasyonda aynı noktaya çıkmasını sağlamalıyız.” Kimse konuşmasa da herkes onaylamıştı. Saatime baktım, Dokuz olmak üzereydi. “Anlaştık o halde, benim dersim var. Gidiyorum.” Ortaya selam verip Grau’ya ilelerdim. “Görüşürüz doktor!”

“Görüşürüz Grau.” Grau, bu kez benimle uğraşmadı. Ben de geldiğim yoldan ana binaya döndüm. Ekip kutuyu ana binadaki laboratuvarlardan birinde sökecek ve baştan yapacaktı. Ben de bu arada dersimi işleyecektim.

“Günaydın gençler.” Sınıftan bazı mırıltılar ve senkronizasyonu olmayan bazı sesler geldi.

“Günaydın doktor!”

“Günaydın Dr. Nieha.”

“Günaydın. Bugün nasılsınız?” gibi pek çok ses ulaştı kulağıma. “İyiyim gençler. Hadi derse başlayalım.” Sınıf pür dikkat bana bakıyordu. Aralarında Qa da vardı. “Ders evrimsel biyoloji, tarihimize ve atalarımıza bakacağız. Geçen ders nerede kalmıştık?”

Ön sırada oturan öğrencilerimden biri cevap verdi: “Ousaların genel fizyolojisini bitirmiştik ve insanlara geçecektik doktor.”

Gülümsedim, başımla onayladım. “Teşekkür ederim, Vunaepy.”

“Geçen ders işlediğimiz kısımdan sorusu olan var mı?” Sınıftan biri el kaldırıp konuşmaya sorusunu sordu: “Benim genel bir sorum var: Fuveler, ousalar ve insanlar birbirlerinden çok uzak mesafelerde evrimleşmiş olmalarına rağmen nasıl bu kadar benzer fizyolojilere sahip olabiliyorlar?”

“Güzel bir soru Matrin. Buna ortam benzerliği şeklinde yanıt verebiliriz, elbette her ortam benzerliğinde benzer yaşam formları şekillenecek diye bir kaide yok fakat bu üç tür için ortam benzerliği tek ortak nokta. Gezegenlerin benzerliğine bağlı olarak üzerinde çeşitlenen yaşam da benzerdi. Gezegenlerin fiziksel yapısı neredeyse aynıydı. Yüzeylerinde ve yer altında suları vardı. Karbon dışındaki elementleri aynıydı. Ousalar ve fuveler karbon yerine karbonla neredeyse aynı olan khise elementini kullanıyorlardı. Bu pek de bir uçuruma neden olmadı. İiraların bedenlerinde khise ve karbon aynı anda bulunuyor ve birbirlerinin yerine geçebiliyorlar. Bütün bunlara rağmen birkaç şey farklıydı tabii ki, fuvelerin evrimleştikleri gezegen on bir yıldızın yörüngesinde dönüyordu ve ışığın geliş açısı nedeniyle gezegenin yüzey sıcaklığı çok fazlaydı. Bunun için fuveler yer altında yaşamaya ve doğal ışık alamamaya başladılar. Bu da ten renklerini bütünüyle beyaz yaptı. Bu sayede en ufak ışıkla bile ihtiyaçlarını karşılayabildiler. Sonunda Ousaların mor-pembe ve insanların açık buğday-kahverengi yelpazedeki tenine karşılık fuve popülasyonun tamamı beyaz tenli oldu. Vücuttaki atığı ve ihtiyacı en aza indirmek için zaman içinde vücutları da küçüldü. Hatırlarsanız ousalar koku almak için burunlarını kullansalar da nefes almak için köprücük kemikleri üzerindeki ikişer açıklığı kullanıyorlardı. Zamanla köprücük kemiklerinin ön kısmı nefes aldıkları bölgeye her türlü yabancı maddenin girmesini önleyecek şekilde yükseldi. Buna bağlı olarak köprücüklerinin arka kısmı da derinleşti. Gezegenlerinde evrimleşmiş yırtıcılardan korunmakta avantaj sağlaması nedeniyle genellikle büyük cüsseli ve çevik olmayan bireyler popülasyondan elendiler. Ousalar bu şekilde küçük ve çevik bireylerden oluşan bir tür haline geldi. Sonunda küçük ve çevik olan ousalar fuveler ve insanlarla karşılaştı. Bizler bugün ousaların insanlar ve fuvelerle kaynaşmış soyundan geliyoruz.” Biraz durup sınıfa baktım. Dikkati dağılan yoktu. “Yine de tekrar ediyorum: Bu, her aynı koşul sağlandığında aynı yaşamlar şekillenecek demek değil. Bütün koşullar birebir aynı olsa bile hiçbir yerde en ufak yaşam şekillenmeyebilirdi de. Bu açıdan da değerlendirmek gerekiyor. Sorusu olan?”

Sınıftan başka soru gelmedi. “O halde insanlara geçiyorum. İnsanlarla bizim aramızda belirgin bazı farklar var. Bunlara örnek verebilir misiniz?”

“Kafaları bize göre daha küçük.”

“Dediğiniz gibi ten renkleri açık buğday-kahverengi arasında çok çeşitli bir yelpazede değişiyor. Bizim ten rengimiz ise kavuniçi-mor arasında çeşitleniyor.”

“Genel anlamda baktığımızda boy ve kütle ortalamaları bizden azdı.”

“Bizim kadar kapsamlı düşünemiyorlardı. Beyinleri iki lobluydu. Bizim beynimiz ikisi birbirine girişik halde yedi lobdan oluşuyor ve bunları birbirinden bağımsız kullanabiliyoruz.”

“Ousalardan aldığımız keskin koku yeteneğimiz ve köprücük açıklıklarımız insanlarda yoktu. Üstelik biz burnumuzu da hem koku hem nefes almak için kullanabiliyoruz. Aslında… Sanırım bu ortak bir yanımız.” Öğrenci bunun sorumu karşılamadığını fark edince elini ensesine götürdü. Birkaç saniye sonra “Hah! İnsanların göz renkleri de çok çeşitliydi. Bizim göz renklerimiz bu kadar çeşitli değil. Üç renk var, kızıl kahve, sarı ve yeşil. Diğer göz renkleri evrimsel süreçte kayboldu.”

“Bu çok doğru. Anladığım kadarıyla zaten bir şeyler biliyorsunuz.” Yirmi kişilik sınıftan ses çıkmıyordu. Sınıfta yürümeye başladım. “Bir diğer fark da cinsiyet farkımız. İnsanlarda genel anlamda iki cinsiyet vardı: Dişi ve erkek. Elbette bazı DNA kaynaklı mutasyonlar ya da anne babalarından aktarılan hastalık taşıyan genler nedeniyle çift cinsiyetli-cinsiyetsiz doğan bireyler de yok değildi. Bizlerde ise beş cinsiyet var. Biliyorsunuz aslında birine cinsiyet demek doğru değil, cinsiyetsizlik. Bu dört cinsiyetin ikisi aynı insanlarda olduğu gibi dişi ve erkek. Biri fuvelerden aldığımız ju, diğeri ousalardan aldığımız gli. Bunun yanında cinsiyetsizlik durumu da kişinin yetiştiği ortam şartlarına bağlı olarak doğumdan sonraki ilk üç ayda oluşuyor. Her doğan birey bir cinsiyete sahip olsa da bunu daha sonra yitirmek mümkün. Şimdi insanlara dönelim. Tûung, bize insan resimleri gösterebilir misin?” Bir saniye sonra sınıfın büyük, krem rengi duvarı açıldı. İçinden siyah renkli bir ekran çıktı. Üzerinde insan resimleri belirinceye dek bir iki saniye daha geçmişti. Ders boyunca farklı insan topluluklarındaki farklı fiziksel özellikleri ve insan fizyolojisini detaylı bir şekilde incelemeye başladık. Elbette tek derste bitecek değildi. “Diğer bölgelerin insanlarına da değinecek miyiz? Ders bitmek üzere de…”

Saatime baktım. Sahiden de az bir zaman kalmıştı. “Tamam, burada bırakalım. Konuya bir giriş yaptık. Çıkabilirsiniz.” Oyalanmadan sınıftan çıktım. Kolumun üzerindeki ekrandan Âlvan’ı aradım.

“Neredesiniz?”

“Ana binanın iki yüz kırk dokuzuncu katındaki polimer madde laboratuvarındayım. Diğerleri hala plazma boyuttaki laboratuvardalar. Ceyjie denklemde bir şeyi değiştirmek istiyor, derste olduğundan sana söyleyemedik. Bir baksan iyi olur. Ben de kabloyu tamamlayıp geleceğim, fazla işim kalmadı.”

“Tamam.”

Ceyjie, denklemde neyi değiştirmek istiyordu acaba? Nerede hata vardı ki? O denklem üzerinde çok çalışmıştık. Yedi ayı sırf denklemi oluşturmaya vermiştik. Son dört aydır da denklemi cisimleştirmeye çalışıyorduk. Bunun hiçbir aşaması kolay olmamıştı. Düşünmekten hem psikolojimizin bozulduğu hem baş ağrıları çektiğimiz zorlu bir süreç geçirmiştik. Şimdi sorun neydi?

“Hoş geldin Dr. Nieha!” Grau her zamanki kadar neşeliydi. “Hoş buldum.” Ceyjie’ye döndüm. “Sorun nedir?” Hepimizi tek tek süzdü. Gergin değil, tedirgin değildi. Normal duruyordu. “Algılarımızı kapattığımızı düşünüyorum. Denklemi fazla basit kurduk ve bu yüzden kutuyu oluşturmakta zorlanıyoruz.” dedi.

“Nasıl yani?”

“Gitmek istediğimiz yer Dünya, öyle değil mi?”

“Evet.”

“Peki bunun için Dünya’nın içinde bulunduğu uzay-zaman dokusu şart mı? Alternatif başka evrenlerin uzay-zaman dokusunu aracı kılarak da Dünya’ya gide-”

“Bir dakika bir dakika, şimdi sen Dünya’ya gitmek için Dünya’nın çevresindeki uzay-zaman dokusuna ihtiyacımız olmadığını mı düşünüyorsun?” Başıyla onayladı. Düşündüm. O geçidin simülasyonla bağlantısı olmayacaktı. Yalnızca bir köprü gibi kullanacaktık. Yeterince iyi düzenlenmiş kapılar ve arada yetince geniş boşluklar olursa bir sorun olmaz diye tahmin ediyordum. “Bunu neden düşündün? Var olan denklem zaten işe yaramıyor muydu?”

“Yaradığını düşünüyorduk ama bugün bir sorun fark ettim. İnsanlar evrenin on ya da on bir boyuttan oluştuğunu düşünseler de matematikleri hatalı ve bu yüzden de yanlış hesaplıyorlar. Evrenleri on dört boyutlu. O geçide aynı boyut parçası olduğu için simülasyondan bir parça koymayı düşündük ama bu daha da büyük bir gerilime neden olacak. Çünkü oradan çıkmak için denklemi tersten uygulayacağız. Bu durumda aynı olan iki boyut arasında bir kırılmaya yaşanıyor. Bak.” dedi ve denklem üzerinde çalıştığı tableti getirdi. Hesaplamalara baktım. Son derece doğru görünüyordu. “Siz ne diyorsunuz? Bu denkleme göre buraya koyabileceğimiz en büyük zaman dokusu dördüncü boyutun uzay-zaman dokusu.”

“Bence denklemi değiştirelim. Hepimiz algılarımızı kapatmışken Ceyjie bunu fark etti. Elimizdeki denklem işe yarayacak gibi durmuyor.”

“Mirna’yla aynı fikirdeyim.”

“Ben de.”

“Âlvan’la konuştunuz mu?”

Payah hemen “O ne haliniz varsa görün, dedi.” dedi. Her zamanki gibi bunu da umursamıyordu anlaşılan. Tek düşündüğü işini kusursuz yapmaktı. “O zaman hadi yapalım!” İşe koyulduk. Denklemi tüm ayrıntılarıyla baştan hesapladık. “Geçidin boyutlarını değiştirmeliyiz. On santimetreküp artık yeterli değil. Elli üç santimetreküp tam yetiyor.”

“Kesinlikle. O halde ben dördüncü boyuta ait bir uzay zaman dokusu almaya gidiyorum. Hemen dönerim.” Grau açıldı, dışarı adımımı attım. Birkaç metre karşımdan Âlvan geliyordu. “Nereye böyle?”

“Hemen geleceğim.” Seri adımlarla yürümeye devam ettim. Âlvan da fazla sorgulamamıştı. Kısa süre sonra ana kapıya ulaştım. “Merhaba Dr. Nieha.”

“Merhaba Sôl.”

Sôl açıldı ve dışarı çıktım. Bu sırada kapının önünden Qa geçiyordu. “Hah, işte bu! Qa, bana biraz yardım edebilir misin?”

Şaşkın şaşkın yüzüme baktı. “Tabi doktor. Ne yapmalıyım?”

“Gel benimle.” Beraber seri adımlarla yürümeye başladık. Boyut odası buradan çok uzaktaydı. Bizi yüz yetmiş üçüncü kata götürecek olan platformlara girdik. Platformlar birer kişilik olduğundan ayrı ayrıydık.

“Yüz yetmiş üçüncü kat.” dedim. Tuşladı. Kata geldiğimizde indik. “Boyut odasına mı gidiyoruz?” diye sordu. Yüzüne dönüp gülümsedim. “Tahmin etmesi zor değil, değil mi?”

“Değil. Sizi nadiren bu kadar heyecanlı görüyorum. Birisi boyut odasına giderken diğeri de plazma boyuta giderken.” Dikkatliydi. “Öyle. Bu iki yer istemsizce ilgimi çekiyor.” Biraz bekledi. Sonra “Ee, neden gidiyoruz peki?” diye sordu. Yüzüne bakıp sırıttım. Çok mutluydum.

“Dünyaya gidebilmek için.” Ağzını açıp bakakaldı. “Böyle bir şey mümkün mü? Ben de istiyorum!”

“Deneyip göreceğiz fakat senin gelmen bu aşamada mümkün değil. Ne kadar bilgi birikimin bir araştırmacıyla yarışır düzeyde olsa da hala bir öğrencisin.” Bu arada odaya gelmiştik. “Ama çok istiyorum doktor!” Sesinden ne kadar istediği anlaşılsa da mümkün olmadığını o da biliyordu. “Hadi hadi, şimdi onu boş ver de, elli üç santimetreküp dördüncü boyuta ihtiyacımız var. Şu kapının arkasından altmış santimetreküplük bir kapsül getirebilir misin?”

Elimle sağ duvardaki kapıyı gösteriyordum. Boyutların dağılmasını önlemek için taşırken özel kapsüller kullanıyorduk. İstediğim kapsüllerden hızlıca bir tane getirdi.

“Teşekkür ederim.” O kapsülü alırken ben de dördüncü boyut uzay-zaman dokusunu hazırlamıştım. Doğrudan o boyuta açılmadığından burada inceleyecek çok bir şey yoktu. Elli üç santimetreküp dördüncü boyut uzay zaman dokusunu kapsüle koyduktan sonra beraber plazma katlara döndük. “Merhaba Sôl. Qa benimle beraber.” Kapı açıldı ve içeri girdik. Qa binanın bu tarafına ilk kez geliyordu. Heyecanla etrafı incelerken “Ee farklı bir şey yokmuş burada?” dedi. Kahkaha attım. Sahiden kafasında çok farklı düşünmüş olmalıydı.

“Ne bekliyordun ki?”

“Ne bileyim boşlukta yürüyebileceğimi falan düşünmüştüm.” Dudaklarını büzdü. Ufak bir hayal kırıklığı yaşıyordu. Ondan sonra konuşmadan ilerledik. Laboratuvara geldiğimizde Grau, “Hoş geldiniz.” dedi. Hızlıca içeri girdik. “İşte burada.” dedim neşeyle. “Dördüncü boyutun uzay zaman dokusundan tam elli üç santimetreküp.”

Sonra çalışmalara başladık. İki hafta boyunca çalıştık. Qa’nın teorik bilgileri de işimize yarıyordu. Sonuçta aramızda bilgileri en taze olan Qa’ydı. Bazen uykusuz kaldık, bazen birimizin yapamadığını diğeri tamamladı, bazen tek bir işi hep birlikte yaptık. Üç hafta daha geçti. Nihayet geçidi bitirdik ama biz de bitmiştik.

“Takıyorum o zaman. Hazır mıyız?” Hazırladığımız vakumlu iletkenleri başıma yerleştirdim ve laboratuvardaki sandalyelerden birine oturdum. “Devreyi başlatabilirsin Âlvan.” Âlvan bu sözüm üzerine devreyi başlatan kolu indirdi. Kısa bir süre sonra bedenimde bir uyuşma hissettim. İlk kez kapsülüm dışında bir yerde uyuyacaktım.