Her şey siyahtı, simsiyahtı. Yalnızca bir bilinçten ibaret olarak elli üç santimetreküplük geçidin içindeki kablolarda yürüyordum. Bunlar bilinci muhafaza eden ve simülasyona girene kadar şekillendiren köprülerdi. Sürekli yeni bir kapıdan geçiyordum. En son kapıya ulaştığımda kapı binada olduğu gibi kendi kendine açıldı. Karanlıktı. Bir süre bilincimi kaybettim. Omzumun dürtüldüğünü hissediyordum. Bunun simülasyonda mı yoksa laboratuvarda mı olduğunu kestirmek güçtü. “Hey uyan! Neden burada uyuyorsun?” Gözlerimi açtım. Karşımda açık kahverengi dalgalı saçları, koyu kahverengi gözleri, koyu yeşil tişörtü ve kahverengi eşofmanıyla bir çocuk duruyordu. Ahmet Arda, sık sık izlediğim çocuk bu çocuktu işte. “Ha? Ne? Şey…” Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Bana tuhaf bir şey görmüş gibi bakıyordu. “Buralı değilsin sen. Bu nerenin aksanı?” Ne diyeceğimi bilemiyordum. Sahiden bilemiyordum. Böyle bir şey hiç aklıma gelmemişti. Cevap vermek yerine etrafı inceledim. Parktaydım. Karşımda iki eski salıncak, bir kaydırak bir de tahterevalli duruyordu. Yerler topraktı. Parka uzun zamandır bakım yapılmadığı aşikârdı. “Abi, abii! Beni sallasanaa!” Azra’nın tatlı tatlı abisine nazlanan sesi kulaklarıma doldu. Salıncağa oturmuş abisini bekliyordu. Ahmet benimle daha fazla uğraşmadan kalkıp gitti. Ellerime baktım. Ayaklarıma baktım. Üzerimi yokladım. Bej rengi kısa bir pantolon ve mavi bir tişört giyiyordum. Saçlarım ne yumuşak ne sertti. Siyah bir sırt çantam vardı. Çantayı açtım. İçinde kitaplar, su, içinde çörekler olan bir kese kağıdı ve bir de ne olduğunu bilmediğim, küp şeklinde bir kutu vardı. Kitaplara baktım. Bir yandan fısıldayarak isimlerini okuyordum: “Simülasyonda Hayatta Kalma Rehberi, Zamanın Kısa Tarihi, Simülakrlar ve Simülasyon, Evrime İnteraktif Bakış.” Bu kadardı. Çantayı programlamıştık. Kitapları ve suyu da öyle. Çantanın ön cebinde biraz da para olmalıydı. Ama kutuyu hatırlamıyordum. Elime aldım. Önce biraz salladım. Bir şey duyulmuyordu. Açtığımda içinden bir saat ve not çıktı.

“Dünya saatine alışman kolay olmayacak. –Âlvan”

Saati cebime koydum. Simülakrlar ve Simülasyon kitabını açıp okumaya başladım. Aradan fazla zaman geçmemişti ki önümden şaşkın bir ses duydum. “Aaa, o kitaptan bende de var!” Ses Ahmet’ten gelmişti. Biliyordum ama biliyorum diyemezdim. “Sahiden mi?”

“Evet!” dedi heyecanla. Kuru bir ağacın dibinde, toprakta oturuyordum. Önüme oturdu. “Gerçek mi sence?” diye sordu.

“Ne gerçek mi?”

“Simülasyon Teorisi işte. Okumadın mı kitabı?” Gözleri bana şüpheyle bakıyordu.

“Henüz okumadım. Aslında kitabı kısa bir süre önce aldım.” dedim. Aslında simülasyondan bir kopyasını oluşturup okumuştum ama Ahmet bunu bilmese de olurdu. Gözlerini kıstı, “Bu mümkün değil.” dedi. Soğuk terler döküyordum. Ahmet çok sorgulayıcıydı. Kitabın dışını görebilir miyim?” Gösterdim. Biraz inceledikten sonra “Sen kimsin?” diye sordu bana. “Bu kitabın var olması mümkün değil. Üzerinde 1014. basım yazıyor ama bu kitap 871. basımdan sonra bir daha basılmadı. Bu mümkün değil!” dedi. Bir yandan içimden Âlvan’a saydırıyordum. Bu onun işiydi. Yazsana işte 50. basım diye; 1014 diyerek neyi zorluyorsun? “Mümkünmüş demek ki, elimde tutuyorum baksana.” dedim. Derin bir iç çekti. “Ah, neyse oku o zaman. Sonra seninle bunun üzerine konuşacağız ama bak?” Gülümsedim. Beni bu çocuğa dair cezbeden şey tam olarak buydu. Elindeki tüm imkânsızlıklara rağmen fiziğe ve tarihe âşıktı. “Söz. Konuşacağız.” dedim. Sayfaları çevirmeye başladım. Bu simülasyonda Mori’deki kadar kapsamlı bir düşünce gücümün olmadığının farkındaydım. Mori’deki kadar gelişmiş bir teknoloji de yoktu. Çevirdiğim her sayfayı okumam gerekiyordu. Bu arada Ahmet de kardeşi Azra’yla oyun oynuyordu. Dört saat geçti. Nihayet Azra yorulduğunda eve gittiler. Yakıcı güneş bugünkü mesaisini bitirmek üzere ufkun ötesine saklanmaya başlamıştı. Birazdan kaybolacak ve hava kararacaktı. Kalacak bir yerim yoktu ama bunu daha sonra sorun edebilirdim. En sonunda kitap bitti. Cebime koyduğum saate baktım. Bitirmem tam 4 saat 37 dakika sürmüştü. Çantamdaki şişeden biraz su içtim. Daha önce hiç deneyimlemediğim bir ferahlık ve lezzet nasıl bu şeffaf sıvıya hapsolmuş olabilirdi? Dünya gerçekten ilginç bir yerdi. Bir insanın 1981 yılı gibi teknolojinin hiç gelişmediği o dönemde böyle bir kitabı böyle sağlam temeller üzerine kurabilmesi son derece etkileyiciydi. Tek sorun şuydu aslında: Dünyada teknoloji yıkıcı bir şekilde gelişiyordu ama dünyayı berbat bir hale getiren kesim bir noktada gezegenden göç etmiş ve gittikleri yerde uzun bir süre yaşadıktan sonra o gezegenin şartlarına yeterince hızlı adapte olamadıkları için tükenmişlerdi. Geriye kalan insanlar Dünyada maddi yetersizlikle boğuşuyorlardı. Dünyayı terk edenlerin evleri yağmalanıyor, suçlar büyük bir hızla yükseliyordu. Sonra bir gün fuveler bu gezegeni keşfetti. Uzun zamandır araştırıyorlardı, yer altında yaşamaktan sıkılmışlardı. Gezegendeki en tehlikeli kesimin dünyayı terk etmiş olmasından yararlanarak dünyaya yerleştiler. Başlangıçta daima güneş görmeden yaşadıkları için ışığa alışkın olmayan tenleri onlara sorun çıkardı. Güneş yüzünden çeşitli hastalıklara yakalanarak öldüler. Fakat tür, buna çabuk uyum sağladı. İnsanlarla büyük ölçüde iyi anlaşıyorlardı. “Hey, kitabı bitirmişsin!” Düşüncelerimden sıyrılıp şaşkınca sese döndüm. Ahmet gelmişti. “Evet, bitirdim.”

“Ee, doğru mu sence?”

“Bence değil. Adam açıkça gerçek olmadığımızı iddia ediyor ve bunu somut olmayan deneylerle yapıyor baksana.” dedim. Bu dediğime içimden gülüyordum.

“Ama ya gerçekse? Ya bu çektiklerimiz de gerçek değilse?”

“Nasıl yani?”

“Dünyanın halini görmüyor musun? Suç her yerde, her yer ıssız, tekin değil. Hep tehlikedeyiz. Benim babamı öldürdüler. Annem ve kardeşimle kalakaldım. Biri çıkıp katili bulmaya çalışmadı bile. Tüm bunlar gerçek olmasa daha güzel olmaz mıydı?” Sesinden duygu okunmuyordu. Sakin, durağan bir sesle anlatıyordu her şeyi.

“Peki ya güzel anılar, onların var olmayacak olmasına da razı mısın?” Kafasını kaldırıp gözlerimin içine baktı.

“Ben dört yaşındayken bu parkta çimler vardı. Her mayıs şu altında oturmuş olduğumuz şimdilerde ölü olan dut ağacının tepesine çıkar bulabildiğim tüm dutları yerdim. O zaman da hayat güzel değildi elbet ama o yaşta bunu kavrayamıyordum. Benim için gözle görünür bir sorun yoktu. Her zaman oyunlarımı oynar, eğlenirdim. Ben altı yaşındayken Azra doğdu. Gördüğün küçük kız var ya, işte o Azra. Dedemin dedesi hala hayattayken dünyadan bazı insanlar başka bir gezegene gitmiş. Ama en zenginler gidebilmiş sadece. Tüm mal varlığını satıp parayı denkleştirmeye çalışanlar olmuş. Bunun için böbreğini satanlar olmuş.Hatta büyük büyük dedemin o dönem tanıdığı birisi zihinsel engeli olan oğlunun tüm iç organlarını satıp gitmiş oraya, vahim günlermiş, annem anlattı. Benim aileminse maddi durumu hiçbir zaman çok iyi olmadı. Gezegeni terk etmek için milyar dolarlar gerekiyordu. Nereden bulalım o parayı? Geride bırakılanlardan olmuşuz. Doğum günlerimizde beraberdik. Gülüp eğlenebiliyorduk ama annem ve babam hep diken üstündeydi. Bir süre sonra babam geceleri nöbet tutmaya başladı. Nöbet tuttuğu bir gece de öldürüldü. Eve girmek isteyen adamı engellemeye çalışmış. Ondan sonra fazla mutlu günlerimiz olmadı. Devlet adamları, teknoloji devleri, televizyonlarda insanları uyuşturan insanlar ortadan kalkınca herkes çoktan bir boşluğa düşmüştü. Şimdi dünyada da yaşamın son kırıntıları kaldı. insanlar kendi kendilerini yok edecekler. Bunun nesi iyi ki?” Güneş tamamen batmıştı. Bir yanıp bir sönen sokak lambasının turuncu ışığı Ahmet’in yüzünü sağ çaprazından aydınlatıyordu. Dalgalı saçları alnına düşmüştü. O anda yüzüne sol taraftan yanıp sönen kırmızı bir ışık yansıdı. “Yere yat!” diye fısıldadı sert bir ses tonuyla. Başımı yere bastırıyordu. Birkaç dakika öyle durduk. Tedirgindi, titriyordu. Işık kesilince yavaşça doğrulduk. “Hemen gidelim buradan.” dedi. Hala aynı ses tonuyla fısıldıyordu. Dediğini ikiletmeden onu takip ettim. Sonunda bahçesinde kurumuş ortancaları olan gecekondunun bahçesine girdik. İçeri girdi. Bir dakika sonra annesiyle çıkageldi. “Anne, bak sana dediğim çocuk. Benim yaşlarımda.” Bir an duraksadı. Bana döndü. “Sahi, kaç yaşındasın?” dedi. O an panik oldum. Simülasyonda kaç yaşında olduğumu bilmiyordum. Ani bir düşünceyle “On dört!” dedim. Sesim biraz yüksek çıkmıştı. “Bak anne. On dörtmüş. Biraz bizimle kalsın n’olur! O da fizikle ilgileniyor. N’olur n’olur n’olur!” Kadın bana baktı. Ben kadına… Yüzüme gergin bir tebessüm oturdu. Sonunda “Gir hadi içeri, yemek yiyelim.” dedi ve içeri girdi. Ahmet’in yüzüne yayılan gülümseme benim de gerginliğimi sildi. “İşte bu bee! Hadi içeri gel sabaha kadar fizik konuşacağız.” dedi ve dönüp içeri girdi. Ben de yavaş adımlarla onu takip ettim. Çekiniyordum. “Hadisene!” diyerek çekiştirdi beni. İçeri girdim. Evin içi de dışından farklı değildi. Duvarların boyası dökülmüş, rengi solmuştu. Fazla eşya yoktu. Holde geniş bir ayakkabılık içindeki iki eski ayakkabı ve bir terlikle öylece duruyordu. Kapısı olmayan oturma odası ince bir kilim ve birkaç minder dışında boştu. Köşede çalışmadığı anlaşılan bir radyo duruyordu. Çok eskiydi. Ahmet elinde bir örtüyle gelip örtüyü yere serdi. Ardından da annesi geldi. Örtünün üzerine elindeki büyük tabağı koydu. Diğer elindeki örme sepette kirli beyaz bir şeyler vardı. Sofranın başına oturdular. Annesi “Azra! Gel kızım sofraya.” diye seslendi. Küçük kız koşa koşa geldi. Sonra bana baktı. “Sen de gel hadi, yemek ye.” dedi. Gülümsedim. Nasıl yemek yendiğini bilmiyorum, diyemezdim. Sofraya oturdum. Önce biraz onları izledim. Adına yufka dedikleri ekmekten parçalar koparıp ortadaki solgun kırmızı renkli yemekten ekmeğin içine koyup yiyorlardı. Sonra çantamdaki çörekler aklıma geldi. Çantamı açıp içindeki kese kağıdını aldım. İçinde ne kadar çörek olduğunu bilmiyordum ama onlarla paylaşmak istiyordum. Kese kağıdıyla beraber yemek yenilen örtünün bir köşesine oturdum. "Şey, bende bunlar var. Kabul edin lütfen." Anne kadın bana baktı hüzünle. "Şimdilik yemeğimiz var, yavrum. Onlar sende kalsın. İhtiyacın olur." Utandım. Utanç duygusunu bile ilk kez bu kadar yoğun hissediyordum. Kese kağıdının ucunu kıvırıp örtünün köşesine koydum. Sonra, Ahmet'i taklit ettim. Yufkadan bir parça kopardım, içine sokgun kırmızı senkli yemekten koydum, ağzıma attım.Ağzıma götürüp koyduğum sıcak yemek, ömrümde yediğim ilk yemekti. O hazzı başka bir şeyden almış mıydım hatırlamıyordum. "Bu yemek çok lezzetlii!" Annesi gülümseyerek bakıyordu şimdi bana. "Afiyet olsun yavrum." dedi. Yemek bitince Ahmet beni bir odaya götürdü. Yerde yüzsüz, kenarlarındaki yaylar çıkmış bir yatak vardı. Fazla temiz durmuyordu. Tam kapanmayan kapıyı biraz zorlayarak olabildiğince kapatmaya çalıştı. On santimetre kadar bir aralık kalsa da bu bile yeterliydi onun için. Hava iyiden iyiye kararmıştı. Elimizde bir ışık kaynağı yoktu. Doğan ayın ışığı pencereden Ahmet’in yüzüne vuruyordu. “Ee anlat hadi!” dedi. “Fizik hakkında ne biliyorsun?”

“Ne bilmek istiyorsun? Her şeyi bildiğime eminim.” Kendinden emin tavrım karşısında tek kaşını kaldırmıştı. “ Dalga geçme! Daha Simülakrlar ve Simülasyon’u bile bugün okudun.”

“Belki de öyle düşünmeni istedim?” Benim de tek kaşım havadaydı. Kahkaha attı. Sahiden içinden gelerek gülüyordu. “Seni sevdim.” dedi. Ben de onu seviyordum. “Evren kaç boyutlu?” diye sordu. “On dört.” dedim. Yine kahkaha attı. “Sen hiçbir şey bilmiyorsun ki! Sicim teorisini okumadın mı?”

“Okudum.”

“Ee, ne diyor orada?”

“On ya da on bir boyutlu olduğunu söylüyor. On ikinci boyutta çift zaman kavramı ortaya çıkıyor.”

“E madem biliyorsun neden on dört diyorsun?” Gülümsedim. “Çünkü evren on dört boyutlu ve çift zaman diye bir şey bu evrende yok. İnsanların matematiği yanlış. Hepsi bu.” Bana bakıp gözlerini kıstı. O sormadan ben söyledim: “Evet, insan değilim.” Dalga geçtiğimi düşündüğünden umursamadı. Yemek bitince tekrar çantama koyduğum kese kağıdını çıkardım. "İster misin?" Kese kağıdına baktı. "İçinde ne var?"

"Çörek."

"Ben çöreğin ne olduğunu bilmem ki."

"O zaman beraber deneyelim."

Kese kağıdını açtım. 6 tane çörek vardı içinde.

"Al bunu dene." Diyerek bir tanesini uzattım Ahmet'e. Çöreklerden hangisinin neli olduğunu bile birileri kafama kodlamıştı anlaşılan. O çörek kakaoluydu ve insanların büyük çoğunluğu kakaoya bayılıyordu. Ahmet ilk ısırığını aldıktan sonra "Ömrümde bir kez çikolata yemiştim. Tadı ona benziyor. Ama neden bu kadar lezzetli ki bu?" diye sordu. "Dünyada yapılmadı da ondan." diye cevap verdim. ikimiz de kahkahalarla güldük. Sabaha kadar fizikten ve evrenden konuştuk. Sabah olunca kahvaltı etmeden evden çıktık. Zaten çöreklerim dışında yiyecek bir şey de yoktu. Onları da evde bırakmıştım. Ahmet'in annesi ve Azra yerlerdi belki. Sokaklarda temkinli bir şekilde dolaşıyorduk. “Bu saatte etraf çok tehlikeli. Dikkatli olmalıyız.” dedi. “Neden?” diye sordum. Bana uzaylıymışım gibi bir bakış attı. Teknik açıdan dünyalı olmasam da uzaylı da değildim aslında. “Her yerdeki robotlar buldukları insanı alıp götürüyorlar da ondan! Sen sahiden insan değilsin anlaşılan. Zenginler dünyayı terk ettiler ama bunu fırsat bilip burada kalanlar da vardı. Bazı devlet başkanları gitmedi. Otorite boşluğu oluştu. Gidenler en büyük devletlerin liderleriydi. Onlardan geriye kalan mal ve toprak için bugün hala savaşlar sürüyor. Yapay zekanın kontrolünü de kaybettik. Yapay zeka insanları insanlar birbirlerini katlediyor her gün. Gitmeye parası yetmeyen zenginler daha da zenginleşti. Şimdi isteseler üç kez gidip dönerler. Halk ise bütünüyle çöktü. Birçoğu öldü zaten. İmparatorluklar kuruldu. Devletlerin insanlar üzerindeki baskısı arttı. Artık birkaç adım atarken bile düşünmek zorundayız." Yüzüme baktı. Beni yakamdan tutup aşağıya çekti. Bir duvar kenarına sindikten sonra bakışlarıyla karşıyı işaret etti. İki gri metal yığını üzerindeki kıyafetlerin her yeri yırtıklar içinde olan, zayıf, kıvırcık saçlı bir adamı götürüyordu. Adam çırpınıyor, ağlıyordu. Onların arkasından koşan küçük kız da dili döndüğünce "Baba!" diye ağlıyordu. Üzerindeki elbisenin bir zamanlar pembe olduğu barizdi. Ama şimdi yırtıklar ve kir içindeydi. Kısa, kahverengi saçları dağılmıştı. Yalın ayaklarıyla koşarken yalnızca babasını geri istiyordu. Robotlar durdu. Daha ben “Acaba adamı bırakacaklar mı?” diye düşünmeye kalmadan Robotlardan biri göğüs boşluğundan bir cihaz çıkardı. Kıza doğrultup çalıştırdı. Kız, kulaklarından kan gelerek yere düştü. Çoktan ölmüştü. O an babanın yüzünü görmemeyi tercih ederdim. Eğer görseydi adamın çektiği acıyı Qa bile hissederdi. Yüzü buruştu, gözyaşları birbiri ardınca ilerliyordu. Çığlık attı, çırpındı, bağırdı. Robotlar, adamı sürükleyip götürdüler. Küçük kızın bedeni kulaklarından akan kanla beraber orada, sokağın ortasında kaldı.

“Uyan! Nieha uyan! Kendine gel!”

Gözlerimi açtım. Bulanık görüyordum. “İyi misin?” Bilmiyordum. İyi miyim değil miyim bilmiyordum. “Simülasyonda her şeyi izliyorduk.” dedi Mentdolor. “O halde gördünüz değil mi? Korkunçtu.” Sesim, ellerim, dizlerim titriyordu. “Geri gideceğim ama oraya değil. Kodları değiştirelim. Şu an dünyada hangi tarih yaşanıyor?” Ceyjie simülasyonu kontrol etti. “Aralık 4712.”

“Beni o zamana gönderin.” Âlvan karşı çıktı, Payah da bu isteğimden memnun değildi, herkes endişeleniyordu ama benim oraya gitmem lazımdı. Bulanık görüşümün sebebi olan gözyaşlarımı sildim. Ceyjie kodları değiştireceğini söyledi. Ama önce dinlenmeliydim. Ben yalnızca birkaç günde bu kadar pskolojik hasar almışken bu olayların içinde doğup büyüyen Ahmet akıl sağlığını nasıl koruyordu? Âlvan beni evime, odama götürdü. Ste'yi çalıştırdı. Yattığım andan sonrası karanlık.

(...)

Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Ste'nin içinde gözlerimi açtım. "Ste, beni dışarı çıkar." Hazırlanıp laboratuvara gittim. Laboratuvarda sadece Payah vardı. "Ben ne kadar uyudum?" diye sordum. "2 gündür uyuyorsun Nieha." cevabını almak şaşırtıcıydı. "Belki de bu kez sen değil başka birisi simülasyoan girmelidir, ne dersin?" diyerek laboratuvara geldi Ceyjie. Bunu kabul edemezdim. Tüm ekip toplanıp hazırlıkları tamamladık. Tekrar ben gidiyordum. Devre başladıktan kısa süre sonra yine uyumuştum. Bu kez simülasyona bir dış bakış olarak girecektim. Bir karakter değil, yalnızca gözlemci olacaktım. Aynı yollar, aynı kapılar, aynı karanlık…

           Gözlerimi açtım. Modern bir dünya karşıladı beni. İlk bakışta bizdekine benzer bir teknolojileri olduğunu anlamıştım. Bir gökdelenin penceresinden içeriyi izliyordum. Kel, göbekli, esmer, zengin olduğu anlaşılan iyi giyimli bir adam masasında oturuyordu. Sandalyesine sığmayacak kadar şişmandı. Yüzü mutlu görünmüyordu. Az sonra içeri genç, zayıf bir adam girdi.

“Efendim yeni mallar geldi, bir tanesi çok hırçın. Ne yapalım?” Adam elini savurarak “Kapatın bir yere.” dedi. “Denedik ama durmuyor. Öldüremeyiz de, kıvırcık kumral, gözleri de yeşil. İyi para eder.”

Tiksiniyordum. Ne olduğunu biliyordum. Bu şişman adam çocuk ticareti yapıyordu. Bu şekilde zengin olmuş, nüfuzunu artırmıştı. Etrafta dönüp dolaşan devriye robotları hiçbir zengine dokunmadığı gibi ona da dokunmuyordu. Gökdelenlerin tepesinde büyük suçlar dönerken dipte fakir halk acı çekiyor, hırpalanıyor, ölüyor, öldürülüyordu. Az ötede bir kadın manavdan üç patates alamadı. Bu akşam ne yiyecekti? Bir adam robotlar tarafından götürülüyordu. Ne çırpınıyor ne ses çıkarıyordu. O kadar kesmişti umudu hayattan. Devletin baskısı bir tek halkaydı. Robotlar zenginlere dokunmuyordu. Başka bir tarafta taşlarla sopalarla büyük bir kavga vardı. Bir adam başka bir adamı bıçakladı. Bir kadın diğerinin başını yardı. Az sonra robotlar gelip hepsini öldürecekti. Simülasyon içinde kurduğumuz dünya büyük bir distopyaya dönüşmüştü. Bu nasıl olmuştu? Kimse mutlu değildi. Zenginlerin gözünü para bürümüştü. Gözlerine bir hırs perdesi inmişti. Kendileri dışında hiçbir şeyi umursamıyorlardı. Bir çocuk mu öldürülmüş, birileri aç mı kalmış, insanlar arasında kavgalar mı çıkmış, bir kadın haksız yere hapse mi atılmış; kimin umurunda?

Halk bencilleşmişti. Bir tek kendilerini düşünüyorlardı. Bir başkaldırı tarihin hiçbir döneminde yaşanmamıştı. Ancak her şeyleri ellerinden alınınca bir şeylerin farkına varmışlardı. Dünya, çürüyordu. Ahmet, Azra, anneleri 1000 yıl önce ölmüşlerdi.

Uyandım. Gözlerimden yaşlar boşanıyordu. Hıçkırıyordum. Simülasyon falan önemli değildi. O insanlar gerçekten acı çekiyorlardı. Âlvan, ekip arkadaşlarım ve Qa bana üzüntüyle bakıyorlardı. “Söyleyin: Hata mı yaptık, hata mı yaptım? Simülasyon devam etmeli mi?” Ellerimi başımın iki yanına koyup öne eğildim. Hıçkırıklarımın arasından ben bile kendi sesimi seçememiştim.