Daktilonun paslanmış noktası gibisin. Ne kadar çaba göstersem de bitmiyor satırların asıl sonu.

Uzaktan serin görme beni. İçini görmedin ki. İçim kaynayan demirdir benim. Her yangınımdan sığınak yaptım aynı yangında yananlara. Bana sorsunlar ötmeyen bülbüle nasıl gül verdiğimi. Ben güneşe aldanıp erken açan erik dalının çiçeği… Varlık nedir, yadırgadığım iki damla gözyaşı… herkesin dağ gibi yükü, o yükle bana dayandığı koca eteği... Ne sıcağı tutacak bir dikili ağacım ne de güzün üstümü örten bir gelinlik isterim.

İnsan yüzyılların arasında arıyor satır boşluklarını. Felsefenin her akımı tesellisi değil midir ruhun boşluklarının? Felsefe, insanın imlalarının arasına koyduğu noktalama işaretleri... Olmadık yerde noktayı koyan da…

Hüzne bulanmış karga kanatlarının çamurlukları, affedemediklerimizin lekeleri bu. Her hastalıktan sonra ciğerimize yapışan hücrelerin inceden çürütmeleri insan... Gizledikçe, sakladıkça başka bir insan olmuyor; perdeye çıkanlar, insanın zihninden ve kalbinden çıkar o sonuç odaklı tüm karşı duruşlar.

Bilmem kaç yüz yaşındasın, bilmem kaçıncı demin bardağındaki son yudumun... Yas tutacak zamanı bile atmak ister omuzlarından için, o iç ki satır başı yapmadan attığın ikinci kısmın kadar boşluklara gebe bıraktı ruhun. En büyük intikamın acından kaçmak değil mi? Yenilgiyi kabullenmek, kaçmaktan daha kolay... İntikam yüreğini soğuttu mu bilmiyorum ama zaman, bu uğraşa değmediğini fark ettiği anda sana ayazın ıslak göz pınarlarına vurarak hatırlatıyor.

Ve sen bazen iyi görmek yerine iyi bakmayı tercih ediyorsun. Üşüyen yerlerini sarmak yerine şeker serptin o dudakları çatlatan rüzgarlara.