"Sıradaki hasta," diye sekreterin gür sesi ile içeri girdi. Halinden belli olan yoksulluğu, yüzündeki solgun ve zayıf çehresi ile elinde kıyafet poşetinin içine sakladığı dosyasını bana uzatırkenki çekingenliği ile dosyayı alıp oturmasını söyledim. Bozuk bir aksan ile "Teşekkürler," diyerek karşımdaki koltuğa oturdu. Dosyanın içindeki tahlil, röntgen, önceki hekimlere ait muayene sonuçlarına baktığımda içimden, nasıl söyleyeceğim şimdi bu durumu, diye söylenmeye başladım. "Keşke," dedim... "Biraz daha erken gelebilseydiniz." Hasta adam başını öne eğip "En erkeni bu," dedi. "Doktor bey, buraya gelmek için üç ay para biriktirdim. Sonra kış bastırdı. Karlar yolu kapattı. Geçen kış olduğu gibi çaresiz, altı ay karların erimesini bekleyecektim. Ama önemli biri gelecekmiş şehre, belki köyleri ziyaret eder diye belediye bütün karlı yolları açtı. Ben de bu fırsattan istifade edip gelebildim," dedi. Sırtımı koltuğa yaslayıp hastanın gözlerinin içine bakıp durumunun hiç iyi olmadığını, hastalığın son evresinde olduğunu ve çok geç kalındığını söyledim.


Bunları duyan hastam yıkılmış bir halde başını önüne eğdi. Dilinin yettiğince, derdini anlatabilecek kadar öğrendiği Türkçe ile acısını anlatmaya çalışıyordu. "Buraya kadarmış demek," dedi. "Buraya kadar yaşamaya çalıştım ama yaşayamadım, demek ki bu yeryüzünde ben de birçok insan gibi sadece yaşamaya çalışıp ölenlerden olacakmışım," diyerek hayıflanmaya başladı. Adamın bu hali okuduğum eski bir kitaptaki şu sözleri getirmişti aklıma:

"Şimdi yaşamayı nefes alıp vermekten ibaret zanneden insanlar toplanacak, ağlayacak, zırlayacaklar; daha çok erkendi, diyecekler." Oysa bilmeyeceklerdi, her ölüm erkendi. Biraz matem, biraz daha gözyaşı, feryatlar, birçoğu yapmacık ağıtlar olacak; hep böyle olmaz mı? Gidenin ardından hep bir parça gerçek, hep bir parça yalandan davranışlar ile veda edilmez miydi ki... Sadece değişen vedalaştıkları insan olacak…


Peki, sonra "Ne olacak geride kalanlar, hesaplanacak malı mülkü var mı?" sözleri duyulacak; para edenler satılacak, para etmeyenler fakire fukaraya verilecek ve ardından hiç uğranılmayan bir mezar kalacak. İşte ölüm o an başlıyor. Yalnız kalınca, sesler gidince, sevdiğin sevmediğin bütün canlılar seni unutunca ölmüş oluyorsun. Tıpkı yeryüzünde henüz ruhun bedeni terk etmediği zamanlarda olduğu gibi…


Adamın hayıflanması bitmek bilmiyordu. "Lütfen metanetinizi koruyun," diyebilsem de sözlerimin anlamsız olduğunun farkındaydım. Bu sözlerin ardından derin bir nefes alıp gözlerimin içine baktı. "Ölüm," dedi, "Doktor, ölüm önemli değil. Bir gün öleceğimizi bilerek yaşıyoruz zaten ama ya sonrakiler; ya çocuklarımız, ya ailemiz..." Sonra "Beni anlıyor musun doktor?" dedi. "Beni anlıyor musun?" Sanki hiç kimsenin bugüne kadar onu anlamadığını hissettiren bir ses tonuyla konuşuyordu... Gerçekten kimse anlamamış mıydı bu adamı? Gençken okuduğum bir romanda yazar, "Kelimeler bazı anlamlara gelmez," diye yazmıştı. Bence bu kelime birçok anlama geliyordu. Afallamıştım. Silkinerek kendime gelmeye çalıştım, tam karşımdaki koltukta oturan hasta adama bakmaya başladım. "Lütfen," dedim. "Kalan zamanınızı güzel şekilde yaşamaya çalışın, yapmak istediklerinizi yapın," diyebildim. Tebessüm eden bir gülümseme ile yüzüme bakıp gülümsedi. "Ne ile?" dedi. "Ne ile yapmak istediklerimi yapayım? Zaten istediğim gibi yaşasaydım... Şu anda karşınızda böyle pespaye durur muydum? Bir devlet hastanesinde olur muydum? Buraya gelmek için bile üç ay para biriktirdim. Siz kalan zamanımı nasıl yaşamam gerektiğini bırakın sayın doktor; ne kadar zamanım kaldığını söyleyin," dedi.


"En fazla üç ay," dedim. Yeniden o gülümseme ile karşılık verdi. "Üç ay ne kadar uzun bir zaman," dedi. "Bütün borçlarımı kapatacak kadar zamanı bana verdiği için Tanrı'ya şükretmem gerekiyor sanırım," diye kahkaha attı. Sonra garip bir şekilde ciddileşerek başını öne eğdi. Hiç konuşmadı. On saniye kadar ikimizin arasında derin bir sessizlik oldu. Eğdiği başını kaldırıp gözlerimin içine bakarak "Yapacak hiçbir şey yok değil mi?" dedi. "Maalesef," diyebildim. Ayağa kalktı, kendisine birkaç beden bol gelen ceketinin kollarını sıvayarak elini uzattı. Elimi sıkarken ne kadar cansız ve güçsüz olduğunu hissettim. Odadan çıkmak için kapıya yöneldiğinde son zamanlarını temiz bir yatakta yatıp sıcak bir yemek yiyerek geçirmesini istediğim bu adama "İsterseniz hastanede sizi bir süre misafir edelim," diyebildim. Kısık bir ses tonu ile "Teşekkür ederim ama ailemin yanına gitmek istiyorum," diyerek odadan ayrıldı. Hasta adam odadan çıktığında kendimi garip hissediyordum. Yıllardır sürdürdüğüm doktorluk mesleğimde alışamadığım bazı şeylerden biriydi. Bu, birine öleceğini söylemek, bu söz bende derin bir tesir bırakıyordu. Derin bir nefes alıp sıradaki hastanın gelmesi için sekreteri aradım.