Onaylama Müdürü


Villalar büyüktür. Bu villa, diğerlerinden de büyüktü. Yani bir kralın sarayı ancak bu kadar ışıltılı ve dikkat çekici olabilirdi. Gecenin koynunda uzanmış, parlak, beyaz tenli bir güzel gibi duruyordu uzaktan. Fakat bu güzelliğin içinde, tersine bir hayat vardı. İçeride hayat, tüm coşkusunu ve ışıltısını yitirmişti çünkü henüz iki hafta önce ölüm denen şey bu eve misafirliğe gelmiş ve buradaki hayatlardan birini kendine katmıştı.


Bu devasa sarayda şu anda sadece üç kişi yaşıyordu. Bunlardan biri kraldı; Ankara'nın en büyük kuyumculuk şirketlerinden birinin sahibi, Selim Yılmaz. Bu adam uzun uzun anlatılabilecek biri değildi. Zor bir hayatın içerisinde katılaşmış ve işi gereği profesyonellik kokan bir karaktere bürünmüş, kırklı yaşlarında bir adamdı sadece.


Diğeri prensti; disiplinli ve işkolik, sert mizaçlı babasının aksine en başından beri duygusal, şirkette çalışmayı reddetmiş, üniversiteyi reddetmiş, insanları tanıdıkça insanları reddetmiş, aşkı, sevgiyi, nefreti, öfkeyi ve farkında olmadan hepsinin sonucunda mutluluğu, kısacası her şeyi reddeden bir genç olmuş olan Berk Yılmaz.


Sonuncusuysa uşaktı; Rıfat, soyadı belli değil. Yani kimse soyadını bilmiyordu. Rıfat gizemli adamdı. Geçmişini pek anlatmazdı, kimse de onun hakkında bir bilgi sahibi olamazdı. On beş sene önce, Berk'in duyduğuna göre dedesinin özel olarak seçip, işe aldığı biriydi. Özellikle Berk'in kişisel gelişimi ve aslında birazcık da oyuncağı olarak işe alınmıştı. Doğrusu bu asosyal gencin tek arkadaşı şu an Rıfat'tı. Sadece evin hizmetlisi değil, ciddi bir şekilde kültürlü ve kendini bilen biriydi. Şu anda ellili yaşlarda, beyaz saçları önlerden dökülmeye başlamış olan bu adam, yaşına rağmen şaşırtıcı bir şekilde hala dimdik duruşa ve oldukça berrak bir zihne de sahipti.


O gece Rıfat, patronu Selim'in oturduğu salonun hemen yanındaki koridorda, elindeki siyah bezle dehşet verici bir özen göstererek sarı ışıklı lambanın tozunu alıyordu. Ne zaman stresli hissetse, eline bezi alır, oradan oraya koştururdu. Gecenin bu saatinde, lamba, toz hepsi bahaneydi, tek gerçek zihni boşaltmak, bilincin tozunu almaktı bir nevi. Bu sırada duygularına hakim olamadı ve Selim hakkında düşünmeye koyuldu,


"Bu kadar dağıtılır mı yahu? Yine öyle oturmuş, ateşi izliyor. İki haftadır yaptığı başka hiçbir şey yok. Ayıp yani, sen bu evin babasısın. Oğlun depresyon eşiğinde, belki de girdi ama sen neredesin? Ateşi seyrediyorsun. İyi ki şömine yaptırmışsın adam, yoksa nasıl yaşayacaktın acını maazallah!"


Bu sırada Berk aklına düştü. "Çocuk ne halde bir bakayım, neyse ki o babasından daha akıllı." diye söylendi yaşlı adam. Tam merdivenlerden yukarıya, Berk'in odasına doğru yönelecekti ki odanın kapısı açılıverdi. İnce uzun bedeni ve her zamanki rahat giyimiyle Berk karşısında duygusuz bir ifadeyle dikiliyordu. Sonra içtenlikle gülümsedi fakat bu pek uzun sürmedi.


Rıfat biraz dikkat edince Berk'in elindeki devasa kırmızı bavulu gördü. Biraz dikkat etmesi gerekliydi çünkü Rıfat, yaşından olsa gerek, iki karış sonrasını pek az görüyordu. Sonra biraz daha dikkat edince Berk'in sırtından taşmış olan devasa bir kamp çantasının da farkına vardı. Berk sırtındaki yükle, zar zor adım atarak basamaklardan inmeye başladı. Her adımı düşecekmiş hissi veriyordu insana.


Neyse ki yaşlı hizmetlinin kalbine inmeden aşağıya kadar sağ salim geldi. Birbirlerine bir süre boş boş baktılar. Biraz sonra Rıfat her zamanki ciddi tavrıyla konuşmaya başladı,


"Nereye efendi?"


"Gidiyorum artık."


"Nereye gidiyorsun yahu?"


"Bilmiyorum."


"Oğlum böyle gidilir mi? Öyle, yani nereye gittiğini bilmeden."


"Öyle gideceğim işte tam olarak abi, nereye gittiğimi bilmeden. Önemi yok, yeter artık, bu evde durdukça kalbimin üstünde ağır bir yük hissediyorum, eziliyormuş gibi geliyor."


Rıfat ne diyeceğini bilmiyordu. Berk ne dese haklıydı. Biliyordu çünkü kötü hissediyorsa bir yerde insan, orada durmamalıydı. Çıkmalıydı yani yola, belki de nereye gittiğini bilmeden. Fakat bu genç adama gerçekten değer verdiği için yolunu kaybetmesinden, başına kötü bir şey gelmesinden de korkuyordu.


"Tamam bak şöyle bir duralım, düşünelim. Ben sana gitme demiyorum ki patron, yine git ama nereye gideceğini bulsak en azın..."


"Rıfat abi arabanın anahtarını ver, spor olanın. Bir de şey, o nerede? Vedalaşacağım.”


Berk'in inatçılığını bilen adam, onu ikna edemeyeceğini anlayınca arka cebinden Porsche amblemi olan bir anahtar çıkardı, Berk'e uzatırken diğer eliyle de salonu işaret etti. Berk anahtarı aldı ve sırtındaki ağırlıktan dolayı zar zor yürüyerek salona girdi.


Selim Yılmaz, şöminenin başında, kırmızı deri koltuğunu şömineye doğru çevirmiş oturuyordu. Berk arkadan adamı izledi biraz. Gerçi ona dair pek az şey görebiliyordu buradan; koltuğun üstünden çıkan ince boynu ve onun ucunda, beyazlaşmaya başlamış saçlarla kaplı olan küçük kafası ve sağ elinde tüten purosuydu gördükleri.


"Şuna bak, ateşin başında keyif yapıyor yine. Senin hiç duygun yok mu be adam? Makine misin be? Şeytan görsün suratını.” diye geçirdi içinden. Sonra konuşmaya başladı:


”Ben gidiyorum baba.”


Adamın kafası Berk’i onaylarcasına bir aşağı bir yukarı oynadı.


”Diyeceğin hiçbir şey yok mu?”


Adam tekrar aynı hareketi yaptı.


”Maria senin gibi birine nasıl aşık olmuş? Diyecek bir şeyim yok.”


Adamın başının yine sallandığını gören Berk öfkeyle odadan çıktı ve hızlı adımlarla dış kapıya yöneldi, Rıfat arkasından bakıyordu, biraz önceki konuşmalara da kulak misafiri olmuştu. Rıfat’ın kendisine baktığını hisseden Berk kapıdan döndü ve yaşlı adama sımsıkı sarıldı.


”Sen çok iyi bir adamsın abi, iyi ki varsın, bunca yıl tek arkadaşımdın, elveda.”


Biraz sonra spor arabanın gürültülü motor sesi duyuldu. Bu sesle birlikte Rıfat içinde bir duygunun yükseldiğini hissetti. Maria son günlerinde oğlunu ona emanet etmişti. Berk gitmekte ne kadar haklı olsa da onu tek başına bırakamazdı. Salonda oturan ruhsuz adamla rahat bir hayat süreceğine Berk’in yanında sürünür ama mutlu olurdu.


“Çocuğu bırakmamalıyım.” Dedi kendi kendine.


Elindeki bezi fırlattı. Bez koridorun pürüzsüz, taş zemininde kayıp gitti. Adam hızla salona girdi ve konuşmaya başladı.


”Selim bey, ben istifa ediyorum. Her şey buraya kadarmış. Söyleyeceklerim bu kadar, teşekkürler.”


Adamın tepkisiz durduğunu gördü ve çok öfkelendi, küfür etmek istedi ama o terbiyeli bir adamdı, kendini zorladı. İstemediği bir şey yaptığı için olsa gerek göz kapakları bir kuşun kanatları gibi hızlı hızlı kapanıp açıldı.


“Siz cidden duygusuzsunuz, sizin insaniyetinizi sikeyim.” sözleri çıkıverdi sonra ağzından.


Adamın kafası bir aşağı bir yukarı gidip geldi yine.


“Şerefsiz.” dedi Rıfat, üstündeki hizmetli kıyafetini bile çıkarmadan koşar adımlarla hızla çıktı evden.


Terk etmek güzel hissettirdi ikisine de. Güzel bir villadan değil de zindandan çıkıyormuş hissi vardı içlerinde. Özgürlük kokuyordu. Fakat Selim’e biraz boş yere öfkelenmişlerdi.


Adam her zaman yaptığı keyifli şömine ritüelini tekrarlıyordu evet ama bu sefer biraz farklıydı. Günlerdir o deri koltuğa oturup kendine bir dolu uyuşturucu enjekte ediyor, enjektörü koltuğun altına saklıyor ve ruhunu bu dünyadan koparıyordu. Maria olmadan bu dünya onun için tuhaflaşmıştı. İşte bu yüzden kafasını tutamıyordu adamcağız ve kafası bir aşağı bir yukarı salınıp duruyordu. Bu hareket, onaylıyormuş gibi gösteriyordu onu. Salonda tüm gece onaylama müdürü gibi takılıyordu anlayacağınız. Hiçbir şeyi de onayladığı yoktu aslında. Hayatı, her şeyi reddediyordu aslında, ilk defa, oğlu gibi.


Bizimkiler öfkeyle evden çıktıktan hemen sonra adamın elinde yanmaya devam eden puro da iyice güçsüzleşen parmaklarının arasından kayıp düştü. Artık Maria’nın yaşadığı güzel hayallerdeydi. Yerdeki pahalı, dokuma halının tutuşmasıysa sadece birkaç dakikayı aldı.