Oldukça kısa boylu ama geniş vücutlu, esmer bir adam olan Mesut, küçük kahvaltı masasında biraz olsun uzun görünüyordu. Tıpkı kendisi gibi iki tane minik çocuk, masanın karşısında sucuklu yumurtaya yumulmuşlardı. Çocuklar sırasıyla altı ve on yaşlarındaydı. Mesut bir parça daha ekmek böldü ve onun arasına da peynir sıkıştırıp hızlıca ağzına attı. Ağzındaki lokmayı çiğnerken çocuklardan büyük olanın kafasına vurup “Helal len, yiyin bakam güzelce, büyün, adam olun.” dedi. Bu sırada gözleri gülüyor, içi kıpır kıpırdı.
“Çocuklağ benim çıkmam lazım, ananız okuldan alcek sizi, bak dikkatli gidin. Cemilcan kadeşinin elini bırakma, evden çıkınca aynı, yukarı doğru dümdüz çıkceniz, tamam mı oğlum? Hadi görüşürüz ağşama, mondunuzu geymeyi de unutman. Hadi bakem, dikkat edin, dersi de güzel dinleyiverin, paşalağm benim.” dedi.
Bu sırada küçük olan hapşırdı. Adam evden çıkarken “Mondunu da giydir gadeşinin güzelce Cemil, bak geçen unutmuşun, hasta ettik çocuğu bak.” dedi ve aceleyle kapıyı örttü. Cemil kardeşinin burnundan sümük geldiğini görünce iğrendi ve babasının da gidişini fırsat bilerek, burnunu çeken kardeşinin yüzüne sağlam bir tokat indirdi.
“Hadi yi gari len, geç kalıyoz.” diye bağırdı üstüne.
Küçük çocuğun gözleri doldu ve yüzünün bir tarafı kızardı. Kahvaltıya da daha fazla devam etmedi.
Mesut neredeyse yıkılmaya yüz tutmuş müstakil evlerinin arka tarafına güzelce sakladığı gevrek arabasını çıkarmış, semtin en lezzetli ürün çıkaran fırınlarından birinden anlaştığı fiyata olmasa da çünkü zam gelmişti, biraz tartışarak uygun gördüğü fiyata arabasını doldurmuş, cebindeki dede yadigarı köstekli saat dokuzu on geçeyi gösterirken her zamanki köşesine yerleşmişti.
Eskiden arabayla gezip istediği yerde durup gevrek satabiliyorken, şimdi mafya her yeri kontrol altına almıştı. Nereye gitse ya güzelce bir dayak yiyor ya da dayaktan son anda kurtuluyordu. Artık biliyordu, tüm sokaklar satın alınmıştı. Üstüne bir de açılan yeni nesil gevrek, poğaça, çörek, börek evleri de işlerine ket vuruyordu.
O da en sonunda hemen üst mahalledeki mezarlığın girişinde bir köşede beklemeye başladı. Bu işe yarıyordu. Orada hem o sokaktan geçenlere satış yapıyordu, akşama doğru müşterisi azalsa da çünkü insanlar akşamları mezarlığa yaklaşmaktan korkuyordu. Hem de cenaze olduğu zaman merhumun yakınlarına satış yapıyordu. Bazen ölenin ailesi sırf ona hayır olsun diye tüm gevreklerin parasını verip gidiyordu. Mesut’un en sevdiği günler de zaten böyleleri oluyordu.
Dar bir tüneldi. İçerisi bembeyazdı. ”Burası niden bu gada aydınlık ülen?” diye düşündü Mesut. İleri de gitse, geri de gelse hiçbir şey fark etmiyor gibiydi. Kurtulması imkansız bir yerde gibiydi. Ruhu sıkıldı, gittikçe darlandı. Bir de hepsinin üstüne arkasından bir gürültü çınlamaya başladı. Dönüp baktığında, devasa bir şeyin üstüne doğru geldiğini fark etti. Kaçmaya başladı. Koştu, koştu, koştu… Sonra durdu ve kaderine teslim olmayı seçti. Bu rahatlatıcıydı, “Ne olacaksa olsun amına godumun yerinde.” diye sövdü bir de üstüne. Dönüp üstüne gelen, onu bitirecek olan şeyi görmek istedi. Hiç değilse buna hakkı olmalıydı. Devasa şey yaklaştıkça rengi kahverengiye döndü ve adam o an üstündeki susamları da fark etti. Bu devasa bir gevrekti. Adamın tam önünde durdu. Ezilmekten kurtulduğunu düşünen ve rahatlayan Mesut, bu devasa gevreği daha dikkatli inceledi. Gevreği aşağıdan yukarıya doğru süzerken bir anda üstteki bir susam koptu ve ağır ağır adamın kafasına düştü.
Sarsılarak uyandı. Kafasını tuttu. Her yerini ter basmıştı. Ayağının birinden çıkan terliği tekrar giydi. Toparlandı ve gevrek arabasını kontrol etti. Her şey yolunda gibiydi. Belinde asılı küçük bir çanta vardı. Evden parasız çıkar ve kazandığını orada biriktirirdi. “Ulen ne göğdüm ben öyle?” diye şaşkın şaşkın söylendi. “Alla allaağ, hayrola.” dedi ve hemen yanındaki mezarlık çeşmesinde ellerini, yüzünü yıkadı. Su burada hep tertemiz ve buz gibi akardı. Hatta evlerinin suyunu bile buradan doldururdu. Yüzünü yıkadıktan sonra gözlerini yavaşça açtı, yüzünden, saçlarından, her yerinden su damlıyordu. Şimdi kendine gelmişti. “O nası rüyadı yav...” diye söylendi yine. Mezarlığın içindeki ağaçlardan kuş sesleri duyuluyordu. Görüşü biraz netleşince tam karşısında, yolun sonunda duran lüks, spor arabayı fark etti. Güneşin altında göz alıcı bir şekilde parlıyordu. “Bu ne len? Bu nası araba böyle? Ben hala rüya mı görüyom yav sikecem…" diye söylendi.
**
Son model bir Porsche 911 Carrera 4S, sıfırdan yüze dört nokta iki saniyede çıkabilir. Dört çeker olan bu araba saatte tam üç yüz beş kilometre hıza ulaşabilir ve bir aslan gibi kükreyen bu mühendislik harikası asfaltı adeta inletir, ağlatır. O akşam Berk’in altında işte bu canavar vardı.
Rıfat onu yakalamak için evden hızla çıktı ama ne yazık ki tam bu sırada gri Porsche’nin evin bahçesinden patinajla çıktığını gördü. Yaşlı adam hemen sonra durdu ve ne yapacağını düşünmeye koyuldu. Ellerini dizlerine koydu, nefes nefese ormanın içine uzanan yola doğru giden ve karanlığın yutmak üzere olduğu arabanın arkasındaki kırmızı fren lambalarının yavaşça kayboluşunu izledi.
“Yok, bu böyle olmayacak, yeter artık.” dedi ve gecenin ortasında ciğerlerini soğuk bir havayla doldurdu, doldurduğu havayı yavaşça bırakırken aynı zamanda yola doğru yürümeye başladı, bu sırada adamın ağzından buhar çıkıyordu. Sonra yolun karşısına geçti ve ormanın içine, karanlığa doğru yürüyüp karanlığın içinde kayboldu.
Berk o sırada hiçbir şey düşünmemeye çalışıyordu. Çünkü düşününce delirecek gibi hissediyordu. Büyük bir karar almıştı ve böylesine kararlar beraberinde büyük sorumluluklar getirirdi. Bu yüzden gergindi. Aracın güçlü farlarıyla yavaş yavaş ortaya çıkan orman yolunu izliyor ve gözleriyle yolda uzanan beyaz şeridi takip ediyordu. Keskin bir viraja doğru girerken kalbi hızlandı çünkü viraja olması gerekenden yüksek bir hızla girmişti. Aracın hakimiyetini kaybetme korkusuyla birlikte bu gece verdiği kararın gerginliği birleşti, içini buz gibi yaptı.
Sonra aracı güç bela topladı. Viraj biteceği sırada yolun ortasında birini görür gibi oldu, dikkatli bakınca yolun ortasında gerçekten birinin durduğunu fark etti ve fren pedalına aniden sonuna kadar bastı. Arabanın lastiklerinden uzun, acı bir fren sesi çınladı ve zar zor yavaşlayıp durdu. Şansına araba dümdüz kaymış ve sorunsuz durabilmişti.
Şimdi arabanın farları tam karşıyı gösteri-yordu. Her şey daha netti ve o zaman yolun ortasında duran adamın Rıfat olduğunu fark etti. Ne olduğunu anlamaya çalışan Berk arabanın kapısını açtı ve yavaşça indi. Kalbi neredeyse ağzından fırlayacak kadar hızlanmıştı. Siyah, küçük gözlerini kısıp, başını öne doğru uzattı ve tekrar baktı. Evet bu Rıfat'tı, hızlı hızlı nefes alıp veriyor ve alnından terler akıyordu.
“Rıfat abi sen misin?”
“Benim.”
“Nasıl geldin abi sen buraya?”
Rıfat, bir eliyle belini tutarak arabaya doğru yavaş yavaş yürümeye başladı; sonra sağ kapıyı açıp içeriye girerken “Hadi hadi bin, uzun hikaye benimki.” diye mırıldandı.
Berk biraz ürpermişti. Rıfat ara sıra böyle garip şeyler yapardı, yapabilirdi ama nasıl yaptığını asla kimse bilmezdi, anlamazdı.
Karanlıkta yol almaya başladılar. Rıfat yeleğinin cebinden çıkardığı bir mendille alnındaki terleri silerken konuşmaya başladı, genelde olduğu gibi yüzünde ifade olmaksızın yolu izliyordu.
“Eee nereye gidiyoruz?”
“Abi senin burada ne işin var?”
“Sizi yalnız bırakamam beyefendi.”
“İyi de sen evdeydin, buraya nasıl gelebildin benden önce abi?”
Rıfat’ın yüzü bir anda ciddileşti, ses tonu da iyice kalınlaştı.
“Bazı şeyleri bilmemeniz emin olun daha iyidir efendim.”
Berk biraz sustu. Hiçbir şey anlamasa da artık kafasını yoracak enerjisi kalmamıştı.
“İşin ne olacak abi?”
“İstifa ettim.”
“İstifa mı ettin?”
Rıfat bir yandan esnemeye başladı.
“Evet, istifa ettim.”
“Neden istifa ettin abi?”
“Ne bileyim, sen öyle yapınca bir anda ben de gaza geldim.”
“Neden öyle yaptın abi ya?”
“Ne bileyim? Şu ara hiçbir şey mantıklı değil ki, her şey rüya gibi geliyor. Nereye gidiyoruz şimdi biz?”
“Ben de bilmiyorum ki öyle, çok mu hızlı çıktık acaba evden?”
“E ben dedim sana. Hiç değilse bir nereye gittiğimizi oturup düşünseydik mantıklı olurdu.”
“İşte abi, nereden bileyim ben, yola çıkınca aklıma gelir diye düşündüm.”
Rıfat diğer tarafına döndü ve gözlerini kapatıp iyice uyku haline büründü.
“Gelmez işte, öyle gelmez. Öyle olsa oh ne güzel hayat. Neyse sür, ben çok yoruldum. Yaşlı bir adamım ben.”
“Abi, sen harbiden nasıl benden hızlı geldin buraya?”
Adamdan ses gelmedi. Berk dönüp horlamaya başlayan adama garip garip baktı ama Rıfat’ın yanında olması ona güven veriyordu. Şimdi nereye gittiğini bilmese de en azından daha iyi hissediyordu. O her şeyin iyisini bilirdi.
“Adam ormanın ortasında buldu beni, sen insan değilsin Rıfat abi.” diye söylenerek sürmeye devam etti.
Rıfat gözlerini açtı. Sabah olmuştu. Biraz kıpırdanmaya çalışınca her yerinin tutulduğunu fark etti. “Hay Allah kahretmesin.” dedi ve acıyla mızmızlandı. Sonra doğruldu ve şoför koltuğunda ölü gibi uyuyan Berk’e baktı. “Ben genç değilim ki çocuk, ne işim var senle?” diye şakayla karışık sitem etti. Sonra nerede olduklarını merak edip etrafa bakındı. Yıkık dökük, eski evler vardı. Bir tarafları da boylu boyunca uzanmış beyaz bir duvardı. Bu dar yolda huzursuzlandı. “Nereye getirdin bizi be adam? Kaç yıllık İstanbulluyum, böyle bir yer bilmiyorum.”
O an tam karşıda bir gevrek arabasının durduğunu fark etti. Yanında kısa boylu, beyaz üstüne yeşil çizgiler serpiştirilmiş garip bir gömlek ve nike işaretli, siyah eşofman giyen bir adamın onlara baktığını gördü. Güneşten olsa gerek, görüşünü netleştirmek için bir elini alnına siper etmişti. Rıfat arabadan indi. Adama doğru yürümeye başladı. Rıfat’ın kendinden emin ve ağır adımları vardı. Ona has bir yürüyüştü bu. Her şeyi, tüm zorlukları bu yürüyüşle aşacakmış gibi hissettiriyordu görene. Dehşet bir şeydi. Yürüyüşünü izleyene bile güç verirdi.
Kısa boylu adamın anksiyetesi tuttu. Ellerini nereye koyacağını bilemedi. “Merhaba abem.” diye bir söz çıktı ağzından.
“Hayırlı işler, nasılsınız?” dedi Rıfat.
“Eyi be abi, napam işte. Aynı bizim, bildiğiniz gibi.”
“Nereden bileceğim seni?”
“Ne bilem ben?”
“Öyle dediniz ya beyefendi?”
“Yav öyle derler ya.”
Rıfat gülümsedi, “Tamam ustam, şakasındayım, sen iki simit sarar mısın bana?”
“Ne simidi deyonn len sen!” diye bağırdı bir anda kısa boylu adam.
Rıfat gözlerini kısarak şaşkınlıkla “Ne bağırıyorsun sen be?” dedi.
“Simit ne ulen?”
“Ne bunlar?” dedi gevrekleri göstererek Rıfat.
“Gevrek!” adam bir yandan eliyle gevrek arabasının camına vuruyordu.Öfkeden gözleri kızarmıştı.
“Sen sakinleşir misin biraz?”
“Ulen simit deyon, nası sakinleşcem ben?”
“Yahu sar işte, ne fark eder?”
“Nereliyim ben?”
“Ne bileyim simitçi bey? Her yerli olabilirsin, herkesin bir arada yaşadığı, devasa bir şehir burası.”
“Siktir urdan!”
“Çattık herhalde.” diye düşündü, sakinliğini koruyordu.
“Hadi iki tane ver de gideyim.”
“İki ne verem?” adamın yüzünde biraz sonra duyacağı kelime yüzünden zaferi elde etmenin verdiği sinsi bir haz oluştu.
Bunu fark eden Rıfat, bu hazzı ona yaşatmak istemedi.
“İzmirli misin sen?”
“Ulen İzmirliyim! İzmir'de İzmirli olmak çok mu garip?”
“Ne İzmir'i ya?”
Rıfat o an bu garip adamın yanında duran arabadaki yazıyı fark etti. İçindeki huzursuzluk arttı.
İçinden, Berk’e “Nereye getirdin bizi?” diye söylendi.
Arabanın üstünde “İZMİRLİ MEŞUR GEVREKCİ MESO” yazıyordu.