Yine her zamanki sandalyesinde oturuyordu. Aklından hiçbir şey geçmiyordu. Hayır, yalandı bu. Aklından hiçbir şey geçmediğini düşünüyordu. Bazen zihnini tamamen boşaltmak istediğinde zihninin içini bembeyaz bir dört duvar olarak hayal ediyordu, hatta bu dört duvar içinde kendini gezinirken buluyordu. Bazen de gözlerini kapattığında ışığın yoksunluğundan doğan karanlığı canlandırıyordu zihninde. Biraz sonra fark edecekti ki bu görüntüler de zihninde bir şeyler canlandırmak demekti. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın bilinç hâlindeyken bilinçsizliği düşünemiyordu. Beyni her an isteği dışında olsa dahi bir şeyleri işlemden geçirmekte ısrarcıydı. Hiçbir zaman hiçliği kavrayamayacağını anladı o an.
İlk başta hiçliği kavrayamamanın o kadar da kötü bir şey olmadığına kanaat getirdi. Sonuçta anlamını bilmediği milyonlarca terim, anlayamadığı bir o kadar da daha adı bile konmamış, insanlığın başına henüz gelmemiş olay vardı. Hepsine üzülemezdi sonuçta. Sonra bir an durdu ve ürperdi. Uyuduğunda anıları nereye gidiyordu? Sevdikleriyle geçirdiği tüm o güzel zamanlar; ilk aşkı, ilk heyecanı, korktuğu ilk an, en büyük sevinci, arkadaşlarıyla kutladığı o doğum günleri, anne ve babasının sesleri, yüzleri, bazen diğer tüm insanlardan bile kendine daha yakın hissettiği can dostu köpeği... Uyuduğunda onlara ne oluyordu? Ya yok olurlarsa, o zaman ne yapardı? Telaşlı geçirdiği kısa sürenin sonunda fark etti ki anıları hala onunlaydı. Şu köşede duruyorlardı işte. Anıları uyuduğunda gitse bile her sabah geri gelmiyorlar mıydı? Her sabah tekrarlanan hayatın döngüsü buydu ve şimdiye kadar bu döngünün bozulduğu hiç görülmüş şey de değildi. Sakinleşti yavaş yavaş. Hem daha gençti. Önünde bu anıları tekrar tekrar hatırlayıp yeniden yaşamak için pek çok senesi vardı. Hatta her gün bu anı yığınına yenilerini ekleyecekti. Hayatın pek çok sırrından birini çözmüş gibi mutlu kalktı sandalyesinden. Günlük işlerine koyuldu.
Kim bilir ne kadar zaman sonra tekrar oturdu sandalyesine. Zihni bu kez doluydu. Düşünecek çok şeyi vardı bu kez. O kadar fazla şeyi aynı anda çözmeye çalıştı ki zihninde, sonunda hiçbirini çözemediğini fark etti. Zihnini boşaltmanın iyi geleceğini düşünmüş olmalı ki yine beyaz dört duvar arasında dolaşmaya başladı. Odada tekti, onu gören veya duyan kimse yoktu. Dışarısı ise cümbüş alanı gibiydi, sakinleşince farkına varmıştı. Koşarken zevkle bağıran çocuklar, telefonda konuşurken sinirlenip bağıran bir kadın, seyyar satıcıların bağrışmaları... Sinirlendi, bu adil değildi, kendisini fark eden kimse yokken kendisi her birini duyuyordu ve dışarıda hayat normal akışında devam ediyordu, belki biraz kıskanmıştı bile. Kimse onu umursamıyordu. Daha sonra fark edecekti ki herkes kendi anılarını oluşturmak ile meşguldü. Koşturup bağıran çocukların ne hissettiğini asla bilemeyecekti, telefonda bağıran kadın neden sinirlendiğini anlatsa dahi o kadın gibi sinirlenemeyecekti, asla onların nasıl hissettiğini anlayamayacaktı. İnsanların parmak izleri benzersizdir derler, o an insanların anılarının da benzersiz olduğuna ve başka kimsenin kendi anılarını kendisi gibi deneyimleyemeyeceğine, her insanın kendine özel "anı izleri"nin olduğuna şüphesiz inandı. Anılarının güvende ve sadece kendisine ait olduğuna inanarak yüzünde hafif bir tebessümle sandalyesinden kalktı ve hayatına devam etti. Daha sonraları pek çok kez kaderi bu sandalyeyle buluşmuş olsa da bir daha anıları üzerine böyle düşünmedi. Kendisini böyle düşündüren şey neydi onu da bilmiyordu gerçi, belki de keramet sandalyedeydi. Zaman zaman anılarını koyduğu köşeye giderek onları tekrar deneyimliyordu. Anılarını kaybetmeyi göze alamazdı. Hayattaki en büyük mirası belki de anılarıydı ve o yüzden üstüne bu kadar düşüyordu.
Aradan çok geçmeden bir gün, güneş gözüne farklı gözüktü. Uzaktaki parlak ışık kaynağına bakarken gözlerini iyice kıstı, odaklandı. Gözleri acımamıştı. Hem etraf da karanlıktı. O zaman bu ay olmalıydı. Ayı ilk defa bu kadar parlak gördüğünü fark etti. Ay tepede olduğuna göre henüz sabah olmamıştı. Uykusundan mı uyanmıştı? Etrafını iyi görmek için baş ucu lambasını açmak geçti aklından. Gözünü aydan ayırmadan elini lambanın ipine doğru uzattı. Eli boşlukta ipi bulamadı. Tekrar denemek için elini uzattı, eli yine boşluğa düşünce sinirle lambaya baktı. Lambası yoktu. "Lambayı bir yere mi kaldırdım acaba?" diye bile düşünemedi. Etrafı boştu. Etrafı hiçti. Hiçbir eşyası görünürde yoktu. Ayaklarının altında yer yoktu. Bu karanlıkta üstünde durduğu şey neydi? Gözleri ne görüyordu? Nerede olduğunu ne kadar uğraşırsa uğraşsın kavrayamadı. Telaşlanmaya başladı ve telaşlandığında her zaman yaptığı şeyi uygulamaya koyuldu. Anılarını koyduğu köşeye adeta koştu. Neyse ki anıları bıraktığı yerde duruyordu. Bu koca anılar yığınını görünce sakinleşmeye başladı ve anıları içercesine tekrar yaşamaya koyuldu. Her aklına geldiğinde kahkahadan gözlerinin yaşardığı bir anısı geldi aklına. Kendisine itiraf edemese de hayatı boyunca tanıdığı tüm insanlardan daha yakın hissettiği köpeğiyle ilgili çok eğlenceli bir anıydı bu mutlaka. Fakat ayrıntıları hatırlaması gerekiyordu ve bunun için de bu anıyı kesinlikle bulmalıydı. Başta yavaş yavaş anı yığınının düzenini bozmadan aradı, bulamadı. Zaman geçtikçe daha çok telaşa kapıldı ve olabildiğince hızlı ve canhıraş bir şekilde anılarını dağıta dağıta bir yandan gözlerinden yaşlar süzülerek aramaya başladı anısını. Tüm bu candan uğraşına rağmen bulamamıştı. Her tarafa dağılmış anılarının arasına çökmüş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Zamanla fark etti ki anı yığını eksikti ve giderek eksilmeye de devam ediyordu. Daha az önce tazelediği anıları şimdi birer birer terk ediyordu onu. Tekrar ayağa kalktığında bir avuç anısı ancak kalmıştı. Ne yani, artık ailesini hatırlamayacak mıydı? Böyle bir şeyin mümkün olması bile başlı başına bir saçmalıktı onun için. Artık kendisiyle ilgili ayrıntıları anımsayamıyordu ve her geçen saniye daha da silikleşiyordu. Mezun olduğu okulun adı neydi? Son taşındığı apartman hangi sokaktaydı? O en sevdiği sandalye ne renkti? Aşık olduğu insanın adı neydi? Anne ve babasının yüzü ve sesi neye benziyordu? Kendi adını dahi unuttu. En korktuğuysa en son başına geldi. Hayatından daha çok sevdiği köpeğini barınaktan ilk sahiplendiğinde ona ne isim vermişti? Her gün özenle taradığı tüylerinin rengi neydi? En sevdiği yemek neydi? Birlikte koşup oynadığınız o parkın adı neydi? Anıları artık var olmayacaktı. Başka insanlara anlatmış olsa bile kim kendisi gibi hissedebilirdi ki bu anıları? Hem hani daha önünde çok yılı vardı? Anı yığınını göğü delene kadar uzatacaktı? Aslında büyük işler başarmıştı. Diğer insanların, hatta tanımadığı insanların bile anılarında yer edinecekti şüphesiz. Fakat tüm insanların anılarının da sonunun olduğunu fark etmesi uzun sürmedi. Son kez tüm anıları için ağladı. Çok geçmeden ağlamayı unuttu. Gözyaşları yanaklarında kurudu. Bir daha uyanmadı. Anılarını aramaya çalışmadı. Bir zamanlar anılarının olduğunun bile farkında değildi. Az sonra ay sandığı ışık da söndü. Büsbütün karanlıkta kalmıştı. Sonunda hiçliği kavrayabilmişti. Hatta kendisi bir hiç olmuştu sonunda. Ne yazık, hiçliği tüm hayatı boyunca merak etmiş olsa da anılarını hiçliğe yeğlerdi.